Serdar Arseven

Serdar Arseven

“Ruh haritası menfaatle çizilmiş kuru kabuk!..”

“Ruh haritası menfaatle çizilmiş kuru kabuk!..”

Kimliğimi, tabancamı, sağlık karnelerimi ve özlük haklarımı teslim ettim. Artık omuzlarındaki yıldızları, bazılarına göre ise şerefini (!) yitirmiş bir asker idim.
Bu haberi birkaç gün eşime ve çocuklarıma söyleyemedim. Neden işe gitmediğimi sorduklarında “İzindeyim” diyordum. Üçüncü gün eşime açıklayabildiğimde çok metin davrandı.
“Zaten ayrılmak istemiyor muydun? Şimdi teklif aldığın üniversitelerden birine gider çalışırsın” dedi.
Doğrusu ben de böyle düşünüyordum; birkaç defa teklif aldığım vakıf üniversitelerinde kadromun hazır olduğunu bildiğim için, geçim derdinde değildim.

Ordudan atıldığım haberi yavaş yavaş duyulmaya başladı.
Ben de bunu gizlemiyor, hatta belki acımı paylaşırlar, açmazlarımı açarlar, derdime çare olurlar diye “dostlarıma” söylüyordum.
Keşke kimseye söylemeseymişim!..
Önce telefonlarımız çalmaz oldu!..
Sonra aradığım insanlar “yok” çıkmaya başladı.
İşsizdim ve hiçbir gelirim yoktu.
Önceleri sayısız teklifte bulunanlar, beraber çalışmaya davet edenler, sokakta beni gördüklerinde yollarını değiştiriyorlardı. Ve ben ordudan ihraç edildiğim için değil, asıl bu tavırlar için kahroluyordum.
Bir gün tanıdıklarımdan biri “Telefon rehberinden benim numaramı siler misiniz?” demez mi?..
O günü hiç unutamam. Eve gelirken bayılacak derecede fenalaştım.
“Ruh ve akıl dengemi muhafaza et Rabb’im!” diye dua ettim.

O dostlar (!).
Beraber görünmekten, sizinle aynı kulvarda olmaktan korkan dostlardır (!) onlar ve sayıları o kadar çoktur ki!.. Onların çoğu her başları sıkıştığında sizi arar, sizden ‘fi sebilillah’ yardım isterler.
Çoğu ‘din’ adına, “dâvâ” adına söze başlar ve istediği şeyin yapılmasını garantilemeden yanınızdan ayrılmaz.
Sizi kendi görüş ve ideolojisine alet ederek amacına ulaşır.
Bedava hizmet alır, kaba tabirle sizi kullanır.
Ona göre menfaatin adı, dâvâ ve hizmet olmuştur!
Zannederim onlardan hiçbiri şimdi, “Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?” diye asla düşünmüyordur.
Kimileri, dinî konularda kahramanlığı elden bırakmazlar ve hep en sağlam Müslümanlar olarak geçinirler.
Ama ruh haritaları menfaatle çizilmiş kuru bir kabuktan öte değildir.
Daha dün radikal söylemlerle beni kışkırtan, kullanan veya yanımda görünerek bir tür statü kazananlar, şimdi benimle görünmekten utanıyorlardı ya... Ne büyük bir çelişkidir bu!..

Gerçekler de zamanla birlikte yürüyordu.
Kış ortasındaydık ve lojmanı boşaltmak gerekiyordu.
Derken... Geçici bir süre taşınabileceğimiz küçük bir ev bulduk.
Rutubeti olan ama emniyeti olmayan, merkezî bir yerde ama dökülen, kirası ucuz ama bakımı zor, gelen tek ziyaretçimizin “Bir doçentin oturduğu ev böyle mi?” diye hayrette kaldığı bir dağ kulübesi. Rutubet had safhadaydı ve henüz 4 yaşında olan oğlumuz astıma maruzdu.

Yaşım 40’a dayanmıştı ve işsizdim.
İlk defa geçim derdinin ne olduğunu öğreniyordum.
Haftada bir gün müstear isimle gazetede yazım yayımlanıyor ve yazı başına 10 milyon lira alıyordum. O aylarda beş kişilik bir ailenin mutfak masrafı 120 milyon tutuyordu. Okul, ulaşım, giyim vs. derken, 300 milyona ihtiyaç vardı ve benim yegâne kazancım 40 milyon lira idi.
Fatura oluşmasın diye eve telefon bağlatmadık.
Nasıl olsa pek arayanımız da olmuyordu!..

Yine de kayınbiraderimin eski cep telefonuna hat alıp bir müddet kullanalım istedik. Hani belki tembih ettiğimiz kişilerden veya yerlerden bir iş imkânı bulunursa, bize ulaşabilsinler istiyorduk...
Yoksa telefon etmemiz gerektiğinde, gece-gündüz demeden yakınlardaki kulübeye gidip daha ucuz olan kartlı telefon vasıtasıyla konuşuyorduk.
Bu benim parayla imtihanım idi.
Günler, haftalar geçiyordu ve daha önce bana sayısız teklifler getirenlerin hiç soluğu çıkmıyordu. Ben ki bunca yıl dirsek çürütmüş, yazmış, çizmiş, toplumla belli bir yer ve ad edinmiş insandım. Doçenttim.
(..)
Sabah okula giden çocuklarım evde oturan, durmadan sigara için bir babaya “Allah’a ısmarladık” diyorlar, akşam gelince babalarını yine aynı biçimde buluyorlardı.
İçlerinden “Biz de babamızı bir şey zannediyorduk. Meğer işe yaramaz bir adammış” dediklerini sanıyor, kendimce bundan utanç duyuyor, yüzlerine çekinerek bakıyordum.

Acı gerçekle karşılaşıp hiçbir teklif gelmeyeceğini anladığım zaman, tanıdıklar ve dost bildiklerimin ağzını yoklayarak iş imkânları araştırmaya başladım.
Birilerinden bir şey istemek, meğer ne kadar ağır ve zor bir hâl imiş.
Düşünüyordum; TSK’dan atılanlar arasında benim kadar sosyal yaşamın içinde yer alan ve bağlantıları olan insan sayısı iki elin parmaklarını geçmezdi.
Peki ben topluma bu kadar yakın dururken ve kitaplarım piyasalarda okunurken, doçent olduğum halde bu durumlara düşüyorsam, diğerleri neler yaşıyor, hangi sıkıntıları çekiyorlardı?..

(..)
Ben buna “sağcılık hastalığı” diyorum. Sol düşünceye sahip insanlar, bu korkaklığa düşmezler, düşmediler de...
Ama sağcıların ekseriyeti nedense “cesaret özürlü”dürler.

Böyle durumlarda en çok, morale ve paraya ihtiyacınız olur.
Bunların ikincisi, genelde birincisi için vasıtadır. Ama insanlar sizden ikisini de esirgerler. Esirgemeyenler de gerçek dost olarak anılacak olanlardır. Benim böyle üç dostum oldu.
Eski bir şair der ki;
Gelince vakt-i hâcet geçmedim hatırlarından hîç,
Onunçün ben de şimdi hâtır-ı ahbâbdan geçtim.
-O dostlar ki kendilerine en çok ihtiyacım olduğu günde beni hatırlarından hiç geçirmediler; onun için şimdi ben dost hatırından geçtim.-
(Bir YAŞ mağdurunun hatıralarından...)

Evet...
TSK’dan yargısız ihraç yoluyla atılanlar, haklarını referandum sayesinde arayabilecekler.
Yargı mücadelesi verilir ve zafer Allah’ın izniyle kazanılır.
İşin bu tarafı bir yana...
Esas mücadeleyi “içimizdeki” sıkıntılara karşı vermek durumundayız!..
Bugün, işler iyi giderken “kahraman” yine çoğaldı.
İşlerin ters döndüğü günlerde de, “kahraman” olabilecek kıvama gelmeliyiz!..
Adam gibi adam olmaya bakmalıyız!..


Önceki ve Sonraki Yazılar
Serdar Arseven Arşivi