Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ayasofya artık açılsın

Ayasofya artık açılsın

Ayasofya tam 481 sene secde izi taşıyan alınlara secdegâh olduktan sonra, hâlâ tartışmalı, 14.11.1934 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla müzeye çevrilip namaza kapatılıyor.
O gün Ayasofya, bu milletin yüreğinde derin bir hüzne, acıya ve hasrete dönüşüyor.
Bu münasebetle bir kez daha söylüyorum: Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı İstanbul’un fethi, fethin dayanağı, Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in fethe ilişkin müjdesi, (Ahmed bin Hanbel’in, Müsned’inde de yer alan; [c.4, s.335] meşhur hadis-i şerif) müjdenin yüreği ise Ayasofya’dır.
Ayasofya’yı sıradan bir mabet olmaktan çıkarıp sembolleştiren şey, Peygamber müjdesi şehrin yüreğini teşkil etmesidir.
Nasıl “İstanbul’suz Türkiye” olmazsa “Ayasofyasız İstanbul” da olmaz!
Bu kimliği ile Ayasofya, Osmanlı Asırlarında çok önemsenmiş, o kadar ki, Ayasofya İmamına saray protokolünde yer verilmiştir.
Mâbed gerçi Romalılar tarafından inşa edilmiştir, ama bugünkü varlığını Osmanlı bilgi, ilgi ve teknolojisine borçluyuz. Hemen her padişah Ayasofya ile yakından ilgilenmiş, onu ayakta tutacak tedbirler almış, dönem dönem ciddi onarımlardan geçirilmiştir.
Zaten 1453’te İstanbul’u fetheden Osmanlılar, şehri de Ayasofya’yı da harabe halde bulmuşlardı. Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli madenler, bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen Haçlılar tarafından bölüşülmüştü.
Kubbesinin tepesindeki altın haç bile çalınmıştı... Ayasofya birkaç sene daha ihmal edilse kubbe çöküp gidebilirdi.
Fatihlerin ilgisi ve bilgisi sayesinde yeniden hayat buldu. Ayasofya’ya ilişkin onarımlar o kadar detaylıdır ki, bugün, “Ayasofya bir Osmanlı eseridir” demekte, hiçbir mahzur yoktur.
Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatır: “Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan (Fatih) bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahır harap olmasun deyü tamirini ve bakımını emretti.”
İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Roma’dan çok bir Osmanlı eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır. “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
Fatih Ayasofya’ya o kadar önem verdi ki, cami kimliğini kıyamete kadar koruyabilmesi için önce tapusunu kendi üzerine çıkardı, sonra da vakfetti. Ve vakıfnamesine çok ağır şartlar koydu.
Ayasofya’nın “Ebulfeth Sultan Mehmed” adına tapulu olduğu tarihçiler tarafından biliniyordu. Ama belgesi henüz bulunamamıştı. Osmanlı arşivleri tasnif edilmeye başlandığında belgesine de ulaşıldı. Gerçekten de Ayasofya, Fatih adına tescilliydi. Bunun orijinal tapusuna ulaşılmıştır.
Fatih Sultan Mehmed, Ayasofya’nın giderlerini karşılamak için bir de vakıf kurdu: “Ayasofya Vakfı”... Bu vakfa gelir getirmesi için de İstanbul’un Okmeydanı semti dâhil şehrin muhtelif yerlerindeki 2 bin gayrimenkulünü bıraktı.
Fatih’in vakfiyesine ihanet bize pahalıya mal oldu. Yıllarca süründük. Dünkü eyaletimiz Yunanistan’ın ve hatta Kıbrıs Rum Kesimi’nin gerisine düştük. Ne zaman ki Osmanlı eserlerine biraz sahip çıkmaya başladık, yeniden dirilişimiz de başladı. Osmanlı’nın sorumluluk alanlarına (İslâm dünyası) ilgimiz ölçüsünde işlerimiz düzene girdi. Gitgide “Bölgesel güç” olarak tanınıyor ve itibar görüyoruz.
Şimdi sıra Fatih’in vakfiyesini, vakıf senedine uygun hale dönüştürmekte... Yani 481 sene secdegâh olan Ayasofya’yı tekrar ibadete açmakta...
Bu konuda Sayın Başbakan’dan bir müjde bekliyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi