Ahmet Türk

Ahmet Türk

AB mi Bizi Oyaladı, Biz mi AB'yi Oyaladık?

AB mi Bizi Oyaladı, Biz mi AB'yi Oyaladık?

 

Sayın Başbakan’ın özellikle yurt dışı gezileri öncesinde yaptığı gündem mühendisliğinin eline kimse su dökemez! Gerek Prag yolculuğuna çıkmadan önce, gerekse Prag temasları sırasında AB’ye seslenerek “yeter artık bizi alacaksan al almayacaksan oyalama” çıkışıyla yen, bir meşguliyet alanı açtı.
 
Kamuoyunun eline verilen bu yeni oyuncak ve suni meşguliyet alanı ile şu anda devam eden sahici süreçlerin yol kazalarına uğramamasına ve dikkatlerin başka yerlerde yoğunlaşmasına katkı sağladı! 
 
Epeyidir AB gündeminin sıcaklığını hissetmiyorduk. Karşılaştığı yabancı diplomatlara ‘milli ve damardan’ olacak şekilde laf yetiştirip “ithal bakan” anlayışını kırmaya çabalamaktan ve ola ki bir başkanlık sistemi gelirde bize de bir vezirlik düşer hesabıyla, Sayın Başbakana yağ çekmekten performans sergilemeye fırsat bulamayan AB Bakanının bile gündemine almadığı AB süreci, bu hafta içinde Sayın Başbakanın dilinden düşmedi! 
 
Sayın Başbakanın tam üyeliğe kabulümüz ile alakalı önümüze sürülen yokuşlara isyanının ötesinde anlamlar yükleyenlerden farklı olarak, bu isyanlı çıkışın zamanlaması dikkatimi çekti. İmralı’da ki cani aracılığıyla PKK ile başlatılan müzakere sürecinin Erbil’e taşındığı ve BDP partnerliği ile aşılacak sayısal sorunların sonrasında müstakbel anayasada hangi kürt haklarının teminata kavuşturulacağı müzakerelerinin zirve yaptığı şu günlerde bu isyanlı AB çıkışı oldukça manidardır…
 
Biraz geçmişe dönelim…
 
Ak Parti iktidarının ilk yıllarında, AB’nin Türkiye ile katılım müzakerelerine başlama kararını alması, AB’ye girmişiz gibi topluma lanse edilmişti. Topkapı Sarayı’nda havai fişekler ve mehteran bölüğüne çaldırılan Mozart’ın ‘Rondo alla Turca’sı eşliğinde AB’nin kudretli ülke liderlerine ne kadar gelişmiş ve ne kadar güçlü bir ülke olduğumuzu ve batıyla iç içe yaşamanın mümkün olduğunu anlatmaya çalışmıştık! 
 
Hükümet aslında AB’ye kabul edilmeyeceğimizi öngörüyordu. Ama askeri tahakküm ve atanmışların seçilmişlere müdahalesi demoklesin kılıcı gibi hükümetin tepesindeydi hala… Tek başına iktidardı ama muktedir değildi. Daralan siyasi manevra alanını genişletmek için, AB’nin tam üyelik başvurusunda bulunan ülkelerden istediği kriterleri hayata geçirerek bir takım reformlara imza attı. Kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,  insan haklarına saygı, azınlıkların korunması ve haklarının tanınması ile alakalı kriterleri hayata geçirmek için start verdi. Kaşlarını çatan bazı iç odaklara ve zinde güçlere de  “tüm bu reformları sizinde girmek istediğiniz ve yıllardır batı batı diye inlediğiniz AB istediği için yapıyoruz öküz altında buzağı aramayın” dedi… TSK güçlü bir Avrupa örgütünü karşısına almamak için dişlerinin gıcırtısını en düşük volümde tuttu! 
 
Yani hükümet demokratik geçiş dönemi yaratarak siyasi ve ekonomik açıdan mevkilerini sağlamlaştırma gayretinde başarılı oldu. AB nezdinde tüm bu yapılanlar eksik ve tatmin edici değildi ama ‘alan memnun veren memnun’ bir tablo ortaya çıkmıştı! 
 
Neticede AB süreci içinde AB’ye tam üyelik için bir arpa boyu yol alınmadı ama güçlü bir Ak Parti iktidarının daralan siyasi manevra alanı genişledi… Bununla yetinilmedi, herkesin dengeleri üst seviyede tuttuğu ve herkesin birbirini kolladığı bir dönemde Rusya ve Ortadoğu içinde vazgeçilmeziz dedirtecek münasebetler içine girildi.
Ülkeyi yönetenler, dünde AB sürecinin sonunu gayet iyi biliyorlardı bugünde biliyorlar! Başka neyi çok iyi biliyorlar?
 
"Türkiye'ye adaylık statüsü verilmesi hatadır. Hatta Sevr Anlaşması'nın imzalanmış olmasına karşın Türkiye'nin bölünmemiş olması da bir hatadır" ve "AB'nin geleceğinde ne olursa olsun AB içinde Türkiye'nin yeri yoktur, 70 milyon Türk'ü Avrupa içinde dolaştıramayız.” diyen Batı Almanya Şansölyesi olarak görev yapan Helmut Schmidt’in tavrının dominant AB ülkeleri içinde geçerli olduğunu biliyorlar…
 
“Bir devlet uluslar arası bir örgüte üye olduğunda sistem içinde çok fazla hareket alanına sahip olamazsa güçlü devlet olamaz. Ancak sistemdeki en güçlü devletlerin ve kaynakların kendileri üzerinde kontrol sahibi olmasına razı olur.” İlkesinin Türkiye için hala geçerliliğini koruduğunu biliyor…
 
Bugün her ne kadar AB içinde ekonomik ve siyasi kriz yaşansa da, birliğe ömür biçilse de Türkiye'nin, kendini ilgilendiren dairelerde hala oyun kurucu olmasının zamanının gelmediğini bu ülkeyi yönetenler itiraf edemese de çok iyi biliyorlar!
 
Tüm bu gerçeklere rağmen akıbetlerini bildikleri bir süreçte konjonktürden alabildiklerince istifade etmeyi başardılar. Lakin III. tek başına iktidar dönemine girilince işler değişti… Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,  insan haklarına saygı ile alakalı onlarca reform yapan Türkiye etnisite ve azınlıklar meselesi gibi egemenlik haklarımızın devri ile alakalı konulara gelince deniz bitti!  Aynen iktidarının ilk yıllarında karşılaştığı siyasi manevra alanının daralması ile alakalı sürecin bir benzerini şimdiki süreçte yaşamaya başladı. Terör bahanesi ile bu günlere kadar ötelediği Kürt sorununun çözümü konusu ile baş başa kaldı. 
 
Hatırlarsınız üç yıl önce ABD başkanı ile BDP eşbaşkanı arasında bir görüşme gerçekleşmişti. Obama ile görüşen BDP eşbaşkanının “Erdoğan, Türkiye tek bayrak, tek dil, tek millet' söylemleriyle gerçek rengini belli etti” diyerek Türkiye’yi şikâyet etmiş, Obama’da BDP eşbaşkanına “merak etme bu sorun öyle ya da böyle sizi mağdur etmeyecek şekilde çözülecektir” teminatını vermişti. Bu gün ülkeyi yönetenler, süreci yönetenlerin ellerindeki yol haritasıyla Obama’nın duruşu ve teminatı arasında paralellik olmadığı konusunda kamuoyunu ikna etmenin yolunu bulmuş olsun... Tamam, hadi diyelim ki hükümet şuanda ABD ve AB müdahalelerine açık hale gelmiş bir etnisite sorununu değil de terör sorununu çözeceği konusunda kamuoyunu ikna edecek yol ve yöntemleri de bulmuş olsun…
 
Ama şurası kesin ki önümüzdeki dönemde Türkiye’yi bir sömürge müfettişliği ofisi varmış gibi rahat ve fütursuz denetlemeye ve tenkit etmeye alışmış, AB Parlamentosu PKK’nın baş tacı edilmesi ile tatmin olmayacak! Daha sırada “Ermeni Soykırımı”nı tanımamız yönünde ve sonu KKTC’nin yok edileceği bir Kıbrıs Açılımını başlatmamız yönünde küstah ve kaba tavrı sergileyecekleri süreç var önümüzde… 
 
Birçok devletten bir tek devlet çıkarmak hedefini güden Avrupa Birliğinin, prensip olarak, kendi üyelerini bile parçalamaya çalışan AB’nin bir ulus-devlet kimliğini üzerinde taşıyan bir Türkiye’yi sindirilemeyecek kadar ağır sert bir lokma olarak gördüğü malumdur. Bu komplo teorisi falan değildir.  Nitekim AB’nin iç hukukumuza sürekli müdahale ederek adeta ‘emrettiği’ hukukî düzenlemelerin hemen tamamı bu fragmantasyona(parçalanmaya) zemin hazırlayıcı ve kışkırtıcı mahiyette olduğunu inkâr etmenin manası yoktur! 
 
Hülasa,
 
AB süreci akıbeti bilinen bir süreçti… Sadece mevcut iktidar değil geçmiş iktidarlarda yürüttükleri AB süreci boyunca kendi hanelerine yazılacak faydaların Türkiye hanesine yazılacak faydadan daha fazla olduğu bir bilanço geride bıraktılar! AB süreci ile alakalı olarak Türkiye’nin lehinde ve aleyhinde gelişebilecek etkileri kollayacak savuşturacak çok ciddi tezler üretilemedi… 
 
Kürt meselesinde olduğu gibi her meselede ‘Ver Kurtul’cu stratejiyi savunan liberaller, AB süreci ile alakalı her yönüyle Türkiye’ye özgün bir şeyler ortaya koyamadı… Avrupalı muhataplarının ikiyüzlülüğünden öteye geçemeyen ve bir taşra aydınından bir gram fazla dahi üzerinde hassasiyet gösterecek tarzda çalışma yapmamış “milliyetçiler” de ‘onurlu bir üyelik’ edebiyatı dışında ciddi tezler üretemediler! 
 
Kardeşim ne vatanı, bize her yer vatan!  Ulus Devlet, egemenlik sembolleri sayılan İstiklal marşı ve Bayrak da neymiş diyen, ‘kalksın artık hudutlar’ tarzında romantik tezler üreten, ama Filistin BM’de temsilcilik elde edip devletleşme yolunda çok önemli bir adım daha atınca tekbirlerle ortalığı inleten… “Ulus devlet olamazsan, üstüne üstlük güçlü değilsen, hele Ortadoğu gibi bir coğrafyada yaşıyorsan adamı hoplatırlar” ilkesinden bîhaber kozmopolit İslamcılarımızda AB’yi serbest dolaşım ve ticari avantajlarından öte değerlendirecek çap ve ebatta tezler ortaya koyamadılar…
 
30 yıldır ülkemiz ve civarında cirit atan, Clinton'ın askeri strateji danışmanlığını yapmış olan Ralph Peters Pentagon’un resmi yayın organı ‘armed forces journal' de bir makale kaleme aldı. Makalesinde yepyeni bir Ortadoğu haritası sunan (Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesini Ermenistan / Kürdistan olarak belirlemiş) Ralph Peters şunları diyor:  Kürt sorununun son on yılda biraz hafiflemiş olması, Türkiye'nin doğusunun beşte birinin işgal altındaki topraklar olarak görülmesine engel değildir! Suriye ve İran Kürtlerine gelince… Onlar da bağımsız bir Kürdistan olacak. Kürt bağımsızlığını savunan dünyanın meşru demokrasileri birçok insan hakları günahının yaşandığı Kürtleri sonuna kadar desteklemelidir. Ve bu arada: Tebriz ve Diyarbakır arası özgür Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasındaki en Batı yanlısı devlet olacaktır!
 
Oyun kurucular kimin Batılı olduğunu ve Batı yanlısı olduğunu çok iyi biliyorlar! 
 
Neymiş efendim! ABD’nin İsrail’in güvenliği ve bölgede enerji kaynaklarını kontrol edecek kalıcı bir güç yapılanması için çok önem verdiği Kürt Devleti bu topraklarda resmen kurulursa, Bulgaristan ve Japonya arasındaki en Batı yanlısı devlet olacakmış!
 
Şüpheniz olmasın... Nev-zuhûr Kürdistan, tam üyelik müzakereleri başlamadan tıpkı Güney Kıbrıs Rum kesimi gibi Avrupa Birliği'ne alınır!
Demek istediğim bu…
 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
7 Yorum
Ahmet Türk Arşivi