Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Devlet ektiğimiz topraklar

Devlet ektiğimiz topraklar

Bursa’da kahvaltı mekânımız doğrusu çok iyi seçilmişti. Hele de benim gibi, gönlünde sütunlar, beyninde kubbeler taşıyan bir yazara şifa gibi geldi. Bir Osmanlı mekânında kurulu “uhuvvet sofrası”nda kahvaltı ettik. Osmanlı’yı yüzyıllar boyu zirvede tutan sırrı o kahvaltıda yaşar gibi oldum...
Bu sır “uhuvvet”, yani kardeşlikti.
“Türdeş” olma itibariyle saldırgan olmayan her insana “kardeş” gözüyle bakan sevda selinden kin tufanına nasıl dönüştüğümüzü kara kara düşünmekten kendimi alamadım.
Oradan Domaniç’e çıkıp, Osmanlı’nın inşasına yüreğini koyan kadın önderlerden Hayme Ana’mızın (Kayı aşiretini Anadolu’ya getiren Gündüz Alp Bey’in eşi, Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osman Gazi’nin ninesi) türbesini ziyaret ettik. Türbe Sultan İkinci Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Sanırım devlet çatırdadıkça köklerine tutunma ihtiyacı duymuş Sultan Abdülhamid. Çünkü Osmanlı’nın doğduğu topraklardaki türbelerin hemen hemen tamamı onun padişahlık döneminde ya onarılmış, ya da sıfırdan yapılmış…
Bu arada şunu eklemeliyim ki, Hayme Ana’nın türbesi, tüm Osmanlı tarihi içinde bir kadına özel olarak yapılan ilk türbedir.
Domaniç’in Çarşamba Köyü’nde Hayme Ana (Maalesef artık çocuklarımıza bu isimleri vermiyoruz) türbesini ziyaret esnasında misafirlerimize Hayme Ana’yı anlatma fırsatı buldum.
“Hayme” Osmanlı Türkçesi’nde “çadır” demekti. Osmanlı zaman zaman “çadır”ı, “devlet” anlamında da kullanmıştı. Şu halde Hayme Ana demek, bir anlamda “Devlet Ana” demek oluyordu. Kemal Tahir’in kitabına isim yaptığı bu terkibin kaynağını görebiliyor musunuz?
Hayme Ana’yı konuklarımıza biraz uzunca anlatmaya çalıştım. Çünkü buna değerdi: Zira Hayme Ana, içinden devlet geçen yüreğinin yanına koyduğu emeğini amacının hizmetine vermiş, hepsini hedefine kilitlemiş müstesna bir kadındı.
Emeğine yüreğini katan bir kadının neler yapabileceğini dünyaya göstermek açısından da ilginç bir örnek teşkil ediyordu. “Kadın” duyarlılığı o kadar engin, duyguları o kadar kuvvetli, o kadar zengindi ki, Asya’ya, eski topraklarına dönmek isteyen iki oğlunu (Sungur Tekin ile Gündoğdu Bey’i) bırakıp “Deryayı (denizi=Boğaz’ı) geçeceğiz ve devlet olacağız!..” diyen ortanca oğlu Ertuğrul Bey’e el vermişti. Ana-oğul, dönemin ölümcül seviyede zor şartlarını birlikte aştılar.
Yüreklerini birbirlerine destek vererek neredeyse tüm Anadolu’yu dolaştılar. Nihayet, Selçuk Sultanı’nın himayesinde Söğüt ve Domaniç’e yerleştiler.
En zor şartları Ertuğrul Bey anasına dayanarak aşmıştı. Tüm aşiretin “Bey Ana” olarak selamladığı bu kadın, yalnız bir aşirete değil, tarih içinde bütün Türklere “anne” oldu.
Bu yerine göre şefkatli, yerine göre dirayetli; bazen asker, bazen ev kadını kimliği içinde Hayme Ana’yı tüm Türkiye’nin tanıması ve ders kitapları kanalıyla çocuklarımıza tanıtılması gerekiyor.
Kadının “ikinci sınıf insan” sayıldığı ülkemizde, devletini yıllar boyu yüreğinde gezdirmiş önder bir kadının tanınmasına ihtiyaç var…
Bir ihtiyaç da, “tek kişi”ye mahkum edip hayallerini kısırlaştırdığımız çocuklarımızı farklı kişilerle zenginleştirmek, bunun için de çocuk hafızalara kadınlı-erkekli yeni isimler ekmektir! Çoraklaşmış zihinleri başka türlü “üretken” hale getiremeyiz.
Neyse; Domaniç’ten Söğüt’e geçtik. Söğüt “türeyiş” bölgemiz. Âleme oradan kök salmıştık. Devlet hayalimizi ilk orada kurmadık, ama kuşkusuz ilk o topraklara ektik hayallerimizi, o toprakları üs yaparak ilk fetihlerimizi gerçekleştirdik. İnsan Söğüt’te Osmanlı tarihinin en başında yürüdüğünü fark ederek ürperiyor. Adımlarınızı, en erken “vatan” olan bu toprakları incitmekten korkarak atıyorsunuz.
Ürpere ürpere Ertuğrul Gazi türbesine geldik. Dikkatimizi ilk çeken, türbe taşlarındaki oyuklar. Bunlar Yunan işgalcilerinin sıktığı kurşunların izidir! Ertuğrul Gazi türbesinde hâlâ Yunan mermilerinin izi var. Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek, “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet parça parça oldu. Bursa’yı eski sahibine iade ettik. Zelil neslin şimdi elimizde bir köle durumunda bulunuyor. Kalk!.. Seni bir kere daha öldüreyim de ırkımın intikamını alayım!..” diye bağıran Yunanlı subayın (Dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos’un yedeksubay oğlu Sofokles, ki daha sonra o da başbakan olmuş ve ülkemizi ziyaret etmiştir) kinini o izlerde tekrar tekrar izliyorsunuz.
Ama o türbede uyuyan zat her türlü kinden arınmış, sevgiyi devlete dönüştürecek bir çabaya kendini vakfetmiş biridir: “Size taş atana siz ekmek verin” diyen kültürün çocuğudur. Kendimi o kadar onun evlâdı olarak hissettim ki, türbelerimi kurşunlayanlara dahi kin duyamadım. (Rivayete göre, Bizans prensesi Holofira iken Osman oğlu Orhan Bey’le evlenen Nilüfer Hatun’un sandukası da tekmelenmiş ve Müslüman bir Türk Beyi ile evlendiği için yüzyıllar sonra Yunanlı soydaşlarının hakaretine maruz kalmıştır. Ne tuhaf bir kin!)
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” diyen Bediüzzaman’ın sevgi ve şefkat dünyasının zenginliğini düşündüm.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi