'Demirel'den davacıyım'
Mine İzgi'nin yazısı:
28 ŞUBAT VE ISLAHAT FERMANI
Şaşılacak Tesadüf
Yıl 1856, aylardan 28 Şubat…
Abdülmecit tarafından, Kırım Savaş’ının son yıllarında hazırlanarak, Sadrazam Ali Paşa tarafından Babıâli’de tüm Nâzırlar, yüksek dereceli memurlar, şeyhülislam, patrikler, hahambaşı ve etnik toplulukların temsilcileri önünde okunup ilan edildikten sonra, Paris antlaşması sırasında yabancı devletlere sunulan yenileştirme programı olan Islahat Fermanı 28 Şubat 1856’da yapılmıştır.
çeşitli unsurları “Osmanlılık” ideolojisi çevresinde birleştirmeyi amaçlayan ferman, tersine Osmanlı toplumunun dağılmasını kolaylaştıran bir belge oldu. (1)
Kuklalar ve Eller
29 Şubat 1997’de Türkiye’nin siyasi hayatı yeni bir dönemece kıvrılırken, bu sabaha gözlerini yeni açmış bebekler de, kendilerini bekleyen süreçten habersiz, annelerinin kucaklarında gülücükler dağıtıyor. Fakat bu gülücüklerin acı feryatlara dönmesi çok uzun sürmüyor.
Kızınız büyüdü ve okul kapısına geldi. Bugüne kadar hep sevmesi gerektiği söylenen, kötü insanlardan kendisini koruyacağı öğretilen polis amcaları, onu okuluna almadı. Bu çelişkiyi anlayamadı küçük kız. Kimi kimden koruyordu bu polis amcalar… Ama küçük kızın hatırlayamadığı, 28 Şubat gecesinin sabahına çıkılmıştı…
28 Şubat olayı sadece laik-antilaik çatışmasının ötesinde, toplumsal güçlerin, geleneksel kurumların ve siyasi dengelerin iç içe geçtiği bir durum…
Halktan kopuk bir kısım medya, günlerce, haftalarca yazıp çizdi. “İrtica Hortladı! Erbakan Laik Cumhuriyeti Yıkmaya çalışıyor. Mustafa Kemal’in Hedef Olarak Gösterdiği Batı uygarlığına Kapıları Kapatmak İçin D-8’leri Kurdu. Atatürk İlke ve İnkılapları Elden Gidiyor. Şeriat Geliyor!...” dediler. Bir kısım komutanları buna inandırdılar. Onlar da, her kimden ve her ne şekilde etkilendikleri ve yardım aldıkları bilinmeksizin(!), kendi inisiyatifleriyle 28 Şubat postmodern sürecini başlattılar. Yani 28 Şubat, askerin silah gücü ile mevzuat desteğiyle yetinmeyip, basın üzerinden kamuoyunu her tür aracı kullanarak seferber eden, kamuoyundan meşruiyet ve destek arayan bir girişimdir. Daha da öte, demokrasinin şekil olarak ve askeri vesayet altında çalışmaya devam eden kurumlarından güç almaya çalışan bir müdahale... Anayasal kurumları kullanarak siyasi karar hiyerarşisini bozan, demokrasiyi militarize eden, siyaseti tekeline alıp “savaş ve tehlike” çığırtkanlığıyla sarmalayan, öncekilere göre girift ilişkilerin yumağında bir darbe... Basının desteğiyle çabuklaştırılan bir darbe…
Gazeteciler, hem savcı hem de hâkim… öküz altında buzağı arayan, yeri gelince pireyi deve yapan, sonra da deveyi hamuduyla götürenler yine onlar. Sansasyon haber yakalayacağız diye tazı gibi koşan da onlar. Fakat iş gelip de ülke menfaatine dayanınca, dut yemiş bülbüle dönen de onlar.
Biraz insaflı düşünürsek, tüm sorumluluğu belki medyanın üzerine yıkmamamız gerekir. Fakat gönüllü bir şekilde kendisini kullandırması ve siyasi bir çatışmada taraflardan birinin sesi haline gelmesi, taraf olması açıklanabilir bir durum değil. Belki tarafsız bir medyaya sahip olsaydık, bu kadar gürültü koparmanın bir faydasının olmayacağı daha kolay anlaşılabilirdi. Ama olmadı…
Demirel’den Davacıyım
28 Şubat ayı ile birlikte “28 Şubat” haberleri de hızla artmaya başladı. özellikle geçen sene 10. yılı kutlanan 28 Şubat… 10.yıl dönümü kutlanan bu süreç, 10.yıl marşıyla da daha zevkli kutlanılıyor her halde. çünkü her yıl dönümü, 10.yılında daha renklidir. Unutulmasın diye mi, unutturulsun diye mi yapılır bu kutlamalar belli değildir. Ama bilinen bir gerçek var ki, her 10. yıldönümü 10.yıl marşıyla şenlendirilir. Bu sene, yani 11. yılında neler yapılacak acaba?!...
Demirel’e göre 28 Şubat müdahalesi, 17 Ocak 1997’de Genelkurmay’a yaptığı ziyaretle başlamış. Asker rahatsızlığını postmodern müdahaleye dönüştüren isim, hiç tereddütsüz Demirel’dir. çünkü komutanlara, “gelin bunları MGK’da konuşalım,” diyerek, Şubat ayındaki MGK’nın önemine ilk dikkat çeken odur. İsmet İnönü ve 27 Mayıs neyse, Süleyman Demirel ve 28 Şubat da odur.
Bu yüzden Demirel’den davacıyım. çünkü 28 Şubat mağduru bir aile olarak maalesef 11 yıldır, her 28 Şubat kutlaması yapmak ve anımsamak yerine, her gün annemi görerek ölüyorum. “Nasıl mı?” diye soran meraklıları için açıklayayım. üniversitede okuyan kardeşim, İslâmî görünürlüğünden dolayı okuldan atıldı. Duruma üzülen annem, amansız bir hastalığın pençesine düştü. Stiffperson denilen ve Türkiye’de ilk kadın hasta olan annem, her 28 Şubat yıl dönümünde bir kez daha ölenlerinden biri olarak, hâlâ aynı acılarla hayatına devam etmeye çalışıyor. Tabi buna hayat denirse… çünkü amansız hastalık aman vermiyor. Hastalık Türkiye’de görülen bir ilk… Eğer internetten benim adımı yazıp tıklarsanız, konuyla alakalı bilgi edinebilirsiniz. İçin acı yanı bu hastalığın tedavisini ancak 4 sene sonra bulmamız ve bu zaman sürecinde tüm vücudunu sarmış olması. En kötüsü şuanda ilk hasta olması sebebiyle, ilaçlarını çok zor temin ediyor olmamız. Her 28 Şubat geldiğinde nasıl bir duygu içinde olduğumu varın siz düşünün.
Şimdi soruyorum size, Demirel ve 28 Şubat darbecilerinden davacı olmayayım da, kimden davacı olayım?... Tamam, iç güçler ve mihraklar kadar, dış güçlerde bu süreçten sorumlu, belki de daha fazla… özellikle askeri darbeler konusunda uzmanlaşan dış güçlerin parmağının olduğu bir gerçek, ama pimi çeken joker, Demirel. Bu da yeter de artar… Fakat Demirel, demokratik prensiplere sadık kalabilseydi, 28 Şubat darbesi olmayabilirdi…
Ormandaki ağaçlara sormuşlar:
- Neden böyle üzgünsünüz? Ağaçlar cevap vermiş:
- Balta bizim köklerimizi kesiyor. Buna yanmıyoruz da, ne hazindir ki, baltanın sapı bizden. Ona yanıyoruz…
Demokrasi Nerede Kaldı?
28 Şubat gerçeğini, olayın birinci isimleri açıklamadıkça ve doğruları tarafsız olarak anlatmadıkça, her 28 Şubat, Demirel gibi bu süreci savunanların savunmalarını ya da 28 Şubat duruşlarının haklılığını gösterme çabalarını dinleyip duracağız. Bu da tarihi ne kadar aydınlatır bilinmez… Darbecilerin yanında saf tutan Demirel, her fırsatta doğru-yanlış, kapalı-açık, bir şekilde konuşmakta. Darbenin hedef aldığı ve milletle birlikte mağdur ettiği Erbakan da konuşmalıdır, konuşturulmalıdır…
27 Mayıs olayının üzerinden 48 yıl, 12 Mart’ın üzerinden 37 yıl, 12 Eylül’ün üzerinden 28 yıl geçmesine rağmen hâlâ açıklanamadıysa, 28 Şubat’ın üzerinden daha 11 yıl geçti, daha çok taze… Belki de bu yüzden açıklanamaması gayet tabii… Fakat, bir gerçek var, bu olayın mağdurları… Diğer gerçek, “Cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla örülü olması.” Bunu en iyi 60’tan itibaren darbe sancılarıyla kıvranan Türk halkı bilir. çünkü tüm askeri darbeler ve müdahaleler, hep iyi niyetle yapıldı. Fakat sonuçlarına baktığınızda olumsuz sonuçları ortada…
28 Şubat, diğer ihtilallerden farklı olarak dönemin sunduğu imkanlardan beslenmiş, daha girift ilişkilerin yumağında bir darbedir.
28 Şubat’ta sandıkta sorulması gereken hesap, MGK’da soruldu. Fakat demokrasiyi savunan ülkelerde hesap yeri MGK değildir. Ne kadar demokrat olduğumuzu varın düşünün!... Madem Refah Partisi iktidardan indirilmek isteniyordu, bunun için tanklara dayanmaya ya da tanklardan kuvvet alamaya gerek var mıydı? Yoksa bazılarının(!) demokrasi anlayışı bu mu? Yoksa onların demokrasisi farklı, bizimki farklı mı? Onların demokrasilerinde, amaca ulaşmak için her araç mubah olduğu için mi, tanklar kullanıldı? Tüm bunların cevaplarını bulmadan, demokraside birleşmemiz ne kadar mümkün olabilir? İşte 28 Şubat, demokrasi anlayışını da zedeleyen bir girişim ve süreç oldu. Halbuki demokratlığın birinci şartı sivilliktir, ikincisi, her aracın mubah olmayıp, kanunlara uygunluğudur. Ama hepsi sözde…
Konuşması Gerekenler Konuşmalı
Ne acı ki, 12 Mart muhtırasından farksız olan 28 Şubat’ın ardından sadece konuşa biliyoruz. çünkü yapılan yanlışlığın faturasını ödeyenler olarak elimizden başka bir şey gelmiyor. Dua edelim de bir daha böylesi “kara tarihler” yaşamayalım. Aslında konuşması gerekenler var, ama onlar da susmayı tercih ediyor. Mesela, darbecilerin yanında saf tutan Demirel ve darbenin hedef aldığı ve milletle birlikte mağdur ettiği Erbakan… Konuşmalı, ama gerçekleri, sadece gerçekleri…
Mağdurlar arasında yer alan asker de konuşmalı. çünkü 28 Şubat’ın görünmeyen mağdurlarından biri de askerdir. “Neden asker? Tankları yürüten onlar değil mi? BçG’yi kuran onlar değil mi? MGK da karar alan onlar değil mi?” diyenler için hemen açıklayalım. Bir kere orduyla millet karşı karşıya getirildi. Bu olaylarda askerimiz fazlasıyla hırpalandı. Emekli olduktan sonra, “bizi gaza getirdiler” diyen 28 Şubatçı generaller, sadece kendileri yıpranmadıklarını, Türk ordusunun da çok yıprandığını geç de olsa fark ettiler. İşte şimdi bu fark ettikleri gerçekleri tüm kamuoyuyla paylaşmalıdırlar. Yoksa toplum üzerinde bıraktıkları imajdan kolay kolay kurtulamazlar…
Start Verildi
Siyasi gelişmelerde askeri otoritenin, ayan beyan taraf olduğu, gücüyle desteklediği bir dönemece girişin startı verildi. Bunun için silah kullanılmadı, ama çok bilinçli olarak basın kullanıldı. Yoğun medya kampanyasıyla malum kesimin seferberliğiyle de RP ve İslâmî kesim; kesin gerekçelerden uzak, tahmini düşünceden yola çıkılarak hiç olmadık şekilde cendereye alındı.
Sincan Belediye Başkanı’nın yaptığı konuşması, düzenlenen Kudüs gecesi ve Erbakan’ın Libya ve İran gezisi, konutta Ramazan’da verilen iftar yemeği, Aczimendi meselesiyle gündeme oturan Ali-Fadime olayı, en büyük skandal ve laiklik karşıtı eylemler(!)... Bu olaylarla rejimin tehlikede olduğu… Allah aşkına, bu söylenenlerin hangisi rejimi tehlikeye sokar? Bunu, gündemi takip etmeyen, siyasetten, ekonomiden, medyadan, gidişattan anlamayan, dağda koyunlarını güden bir çobana sorsanız, bunun cevabını çok rahat verir. Vermek şöyle dursun, bu korkunun anlamsızlığına bir de kaval çalar… Demek ki, gerilimi tırmandırmak, çoban Süleyman’ın içine gelmiyor, ama birilerinin işine geliyor…
RP üzerinden bir gerilim startı verildi. Fakat bu gerilimi RP başlatmasa da, o engelleyebilirdi. Olmadı, olamadı… Faturasını da en ağır şekilde ödedi. Onunla beraber, ona oy veren ve destekleyenler de ödedi… Onlardan biri de benim annem.
Yapay bir gerekçeyle başlamış olan sürecin sonucu, işte böyle gerçektir. Bu yapay başlangıç, gerçek sonuçları getirmiştir. Milletin oylarıyla temsil edilen bir parti kapatıldı. Milletin desteğiyle açılan İmam Hatip Liselerinin orta kısımları kapatıldı. Başörtüsü birinci meseleymiş gibi gündeme taşındı ve örtülüler potansiyel suçlu damgasıyla damgalandı. İşte bunlar gerçek… Bir gerçek daha var ki, Türk medyası, kalem faşisti silahşorları saf dışı bırakmadıkça, darbelerin suç ortağı olmaktan da kendin kurtaramayacaktır. çünkü psikolojik savaşların en güçlü ve ses getiren silahı medyadır.
Erbakan’ın şahsında tüm mütedeyyin insanlara karşı başlatılan psikolojik savaşta, başı çeken BçG adlı illegal oluşum, “Allah” diyen herkesi hedef gösterme görevini en iyi şekilde yerine getirdi. İslâmi cemaatler ve onlara bağlı müesseseler topun ağzına kondu. Malum medya da, ne kadar barutu, tüfeği, silahı varsa, hepsini kutsal bildiği bu görev için harcamaktan kaçınmadı. Sonuçta psikolojik savaş, 28 Şubat lekesi olarak tarihe geçmiş oldu…
Alkışlanan Kabus
Bilim adamları, iş adamları, kanaat önderleri, sanatçılar ve malum medyanın alkışları ile gün yüzüne çıkan 28 Şubat bildirisi, askeri kanadın, hükümete dikte ettirdiği görüşlerdir. Sadece Bakanlar Kurulu’na değil, aynı zamanda parlamentoya da yapılmış bir tehdittir.
Bağımsız yargı organlarında görevli hâkim ve savcılar, Genelkurmay’a brifing dinlemeye çağırılırlar. Dinlenen brifingin ardından onlar da alkışlarıyla konuşanları yüreklendirir ve konuşulanları desteklemiş olurlar. Hiç görülmeyen ve hukuka uygun olmayan bir olay… Hâkim brifing dinleyecek ve sonra da gidip, tarafsız karar verecek… Nasıl olacak bu iş?...
Bize mi yanlış öğretildi, yoksa yaşadıklarımız bir kabus mu? Bunun cevabı oldukça zor. çünkü öğrendiğimize göre, demokrasilerde, tehlikeyi hukuk tanımlar, bu konudaki hükmü de yargı verir. Aynı zamanda hâkim, brifing adamı değil, adalet adamıdır.
Böylece adalete nasıl gölge düştüğünü görmüş olduk. Keyfi bir “Tehlike!” tanımı yapılıp, sonra da bu “Tehlike”yi ortadan kaldıracak darbe yollarına girmenin hukukla bir ilişkisi olmadığını da görmüş olduk. İki kere yara alan vatandaş, hem ekonomik yönden hem de bireysel hak ve özgürlük yönünden bedel ödemeyi öğrendi. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir sonuç getiren 28 Şubat’la hem ekonomik krizi hem de kişisel özgürlük kriziyle tanışmış olduk.
Tüm bunları öğrenmiş ve görmüş olduk ama, bunlar kabustan başka bir şey olamaz. Yoksa, olmayan kanunlarla kapatılan RP gerçeğini, BçG’nin fişlemesiyle dışlananların varlığını, okullarından olan kızların gözyaşlarını, nasıl açıklayabiliriz. Evet, evet, bu bir kabus… Hem de çok korkunç bir kabus…
Amaç üzüm Yemek Değil
“üzüm yemeye değil, bağcıyı dövmeye” yönelik başlatılan süreç, RP hükümetine karşı başlatılmış bilinçli bir linç operasyonudur. Onun şahsında tüm inançlı insanlara karşı yapılan bir operasyon. Kansız, silahsız, ama tanklı…
Sincan’daki tank gösterisiyle, Cumhurbaşkanı üzerinden başlatılan bunalım ortamıyla, onu izleyen MGK bildirisi ve kararları, sivillikten uzak “bağcı dövme” için her araç ve amacın mübah olduğunu gösteren bir operasyonudur. Halbuki demokrasilerde sivillik birinci şart, her şeyin mübah olmayıp kanunlara dayandığı ise ikinci şart... Ama bu süreç, elindeki nalıncı keseriyle her şeyi kendine yontarak, “bağcıyı dövme” girişimini başarıyla tamamlamıştır.
Tarih Tekerrür Etmese de Hatalar Tekerrür Ediyor
Abdülaziz’i tahtan indirenler arasında bulunan Süleyman Paşa, 1876’da, Sultan’ın baş harem ağası Cevher Ağa’ya “kaza ve kaderin hükmü bu imiş. Milleti hoşnut edemedi. Bu hareket, milletin selameti arzusundan ileri gelmiştir,” diyordu.
1913’te Babıali’yi basan Enver Paşa, Sadrazam Kamil Paşa’ya “Millet sizi istemiyor, istifa ediniz,” diye bağırıyordu. Hatta, Kamil Paşa, askerin arzusuyla çekildiğini yazınca, Enver Paşa, “halkın arzusu,” ibaresinin konulması için ısrar etmişti. Böylece, padişaha hitaben yazılan istifa mektubu şu şekli almıştı: “Ahali ve askerler tarafından yapılan teklif üzerine, istifamı yüksek huzurlarınıza arza mecbur olduğumu bilgilerinize sunmakla…”
27 Mayıs darbesinde de, aynı üslup seçilmişti. “Türk milleti adına direnme hakkını kullanan Türk Silahlı Kuvvetleri” yönetime el koymuştu. Zaten, kısa bir süre önce, İsmet Paşa, “Şartlar tamam olunca, ihtilal meşru olur” demek suretiyle fetvasını vermiş ve subaylarımız, “İsmet Paşa yardım etmese bile, karşı çıkmaz,” diye müsterih olmuşlardı.
Bugün RP’nin başörtü olayını, Türkiye’nin gerçeklerine intibak sürecinin bir aşaması olarak mütalaa etmesi ve sancısız bir süreç sonunda daha demokratik bir ülke olacağının sinyallerini vermesi, bir zamanlar Demokrat Parti’nin, halkı rejimden soğutan din düşmanlığını bertaraf etmek suretiyle, ezanın Arapça okunma yasağını kaldırması ve laikliğin geniş kitleler tarafından benimsenmesine yol açmayı düşünmesi aynı şekilde görülmüş, sonuçta iki girişim de, “laiklik karşıtı eylem” olarak değerlendirilmiştir.
Milleti korumak adına, millete yapılan zulmün adı, literatürümüze darbe olarak geçmiştir. İşte o darbelerden, yani millet adına, millete rağmen yapılanlardan biri de 28 Şubat’tır. Kısacası, tarih boyunca yapılan bu darbeler, hep millet adına yapılmıştır. Millet ne istiyor? Fakat yapılan ne? İşte canlı tarih karşınızda…
Peki şimdi ne oldu? 12 Eylül muhtırasını çağrıştıran bir eylem oldu. Ankara Sincan’da tanklar yürüdü. 12 Eylül gibi bir anarşik ortam yok, fakat böylesi süreçler için çareler tükenmez, bir çırpıda bulunuverir. Bulunan çare de belli, Erbakan’ın iktidarda olması…
Erbakan iktidarıyla beraber, İslâmi hassasiyeti olanlar da mercek altına alınır. Bunlar için de bir piyona ihtiyaç vardır. çok geçmeden o piyon da bulunur. Müslüm Gündüz, Fadime Şahin ve Ali Kalkancı üçlüsü, bu iş için en uygun olanlarıdır. Böylece tarikat tartışmaları da alevlendirilir. Yaşa varol basın… Olayı öyle dramatize eder ki, evlere şenlik…
Dinden korktuğu kadar başka bir şeyden korkmayan, inanç yoksunu taraflı basın, o kadar ileriye gider ki, var gücüyle bütün mukaddeslere saldırır. Hac gibi bir konuyu bile parmağına dolamaktan çekinmez. İktidar döneminde hacca giden potansiyel suçlu(!) Refah Partilileri, Salavat getirmelerinden dolayı da Cumhuriyete yönelik bir suç girişiminde bulunmuşlar gibi gösterir.
Ardından Taksim’e cami olayı, sonra çankaya’ya cami olayı derken, Erbakan tutup bir de konutta cemaat liderlerine yemek verir. Sarıklı cübbeli adamlar konuta gelmişlerdir. Bu da yetmez, Erbakan Libya’ya gider. Daha neler neler?...Bunları yapan Erbakan’dan kim rahatsız olmaz ki?!...
Bunların üzerine bir de, 27 Mayıs darbesi öncesinde İsmet Paşa’nın yaptığı gibi, “sizi ben bile kurtaramam” yanılgısına düşen Demirel, bir mektup yazar, fakat o mektubu 24 saat dolmadan yalanlar. Ne çare ki, mektuptan basının haberi olmuştur ve basın üzerine düşeni yaparak olayı kızıştırmaya başlamıştır.
Gitgide tırmanan bu olayların medyadaki yankısı, yerini bulur. çarşambanın gelişi Perşembeden bellidir…12 Eylül öncesi anarşinin var olduğunu kabul edelim, fakat bu 28 Şubat için neyi kabul edeceğiz? Bilinmez!... Bunları mı? İki camii ile, 4-5 sarıklıyla mı irtica tehlike arz ediyor? Doğrusu buna inanmak oldukça zor.
Yansıma
28 Şubat’ta cinnet geçiren devlet, halkını kırdı geçirdi.
Halk, bu kabusu unutmaya çalışıyor.
İşte Asıl Amaç
Madem amaç “üzüm yemek” değil, nedir?
v Siyasi arenada İslâmî telakki edilen tüm görüşlerin ortadan kaldırılması. İlk aşama RP’nin irticanın başı olduğunu göstermek ve kapatılmasını sağlamak…
v Eğitim reformu adı altında din eğitimini kontrol altına almak ve İmam Hatip Liselerini kökten budamak. İlk aşama, İmam Hatip Liselerini irtica yuvası gibi göstermek ve orta kısımlarının kapatılmasını sağlamak…
v Kamusal alandaki İslâmî telakkiyi zaptı rapt altına almak ve zamanı gelince kökten kazımak. İlk aşama, YAŞ kararlarıyla ordudan ihraçların başlaması, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan örtülü hanımların işten çıkartılması ve örtülü kızların üniversitelere alınmaması…
v İslâmî medyayı kontrol altında tutmak. İlk aşama, akredite gazeteciliği gündeme getirmek ve her gazetenin her yere girmesinin önünü kesmek…
v İslâmî vakıf, cemaat, yurt, okul, finans ve sermaye gibi her türlü unsuru gündemden kaldırmak. İlk aşama, yeşil sermaye simgesiyle finans kurumlarını elden çıkarmak…Kombassan gibi, Fetullah Hoca cemaati gibi…
v Kendi silahıyla kendini vurma taktiği. Bugüne kadar suç ve irtica tehdidi taşımayan şeyler bugün suç ve irtica oluverdi. Kendi yapamadıklarını, Erbakan’a yaptırarak, Erbakan’ı kendi silahıyla vurmak. Tüm bunların asıl amacı bu.
Daha da kötüsü, tüm bunlar olurken, bankaların hortumlanması, yolsuzlukların artması, ticari işlerin üstü kapalı kara işler olarak aklanması, menfaat temini için yolların açılması, iltimasların artması…
Siyasi bunalıma ve ekonomik felakete sebep olan 28 Şubat, ülkede rüşvet, yolsuzluk, bölücülük ve yıkıcılık faaliyetlerinin kapısını sonuna kadar açmıştır.
28 Şubat ile Neler Değişti
Korku senaryosuyla sahneye konulan psikolojik savaşta, kamu vicdanına sorulması gerekenler, postmodern darbeyle çok şeyleri zedeledi. Onların başında da demokrasi zedelendi… Halkın, demokrasiye olan güvenleri sarsıldı… Dünyaları değişti… çocuklarının hayatları karardı…
28 Şubat’la daha çok şeyler değişti. Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılıp Ana-Sol-D Hükümeti’nin kurulmasıyla birlikte, 8 yıllık kesintisiz eğitim kanunu devreye girdi. Bu sayede İHL’lerin orta kısmını kaldıran zihniyet, üniversiteye girişte de katsayı uygulaması getirerek İHL’lilerin önüne büyük bir engel koydu. İlahiyat fakültelerinin kontenjanlarının azaltılması, katsayı engeli ve orta kısımları kapatılan İHL ile vatandaşa, “çocuğunu İHL’ye gönderme!” mesajı verildi.
Kafanın içinden çok dışına bakan YöK zihniyeti, on binlerce genç beynin yurt dışına gitmesine sebep oldu. Binlerce öğrenci başörtüsü ve sakal gibi konulardan dolayı fişlendi, okuldan atıldı ya da disipline sevk edildi. Katsayı engelinden dolayı öSS’de ilk 10’a girenler bile, istedikleri devlet üniversitelerinde okuyamadılar.
Ağustos 1997 itibariyle Türkiye’deki Kur’an Kursu sayısı 6044 idi. Bu rakam şimdi 5210’a düşmüş durumda. Son 5 yılda 1000 kursun açıldığını düşünürsek, 10 yıldaki anormal düşüşü daha iyi görebiliriz. 1997’nin başından Ağustos ayına kadar 1.390.929 kişi Kur’an Kurslarında eğitim gördü. Bunlar resmi rakamlar. 28 Şubat sürecinde, 1997 başından bu yana 7bin753 Kur’an Kursundan 2bin873’ü kapandı. Yani yaklaşık %40 oranında kursun kapısına kilit vuruldu. Kur’an Kurslarının şu anki sayısı 5210. Kursların sayısının azalmasındaki en önemli faktör ise kesintisiz eğitimdir.
28 Şubat Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra anormal siyasi bir sürecin yaşanmaya başladığı Türkiye’de, Genelkurmay Genel Sekreterliği’nin 10-11 Haziran tarihlerinde yargı mensuplarına verdiği “İç Tehdit İrtica” brifingleri sırasında kamuoyu olarak “Batı çalışma Grubu” isimli bir fişleme teşkilatından haberdar olduk. O dönemde yapılan açıklamalarda, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı bünyesinde mi, yoksa Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde mi oluşturulduğu tam olarak anlaşılamayan BçG, Türkiye gündemine bomba gibi düştü. Askerler, kendi ifadeleriyle “durumdan vazife” çıkartmışlardı. “Durumdan vazife” çıkartmaya gerekçe olarak da, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesinde yer alan “TSK’nin görevinin Türk Yurdu’nu ve Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” hükmü gösterildi.
İrticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle ordu ile ilişiği kesilen kimselerin, kiminin eşinin başörtülü olduğu, kiminin de namaz kıldığı söylendi. İnançlarından dolayı fişlenerek ordudan atılan askerlerin sayısı 1997-1998 döneminde anormal bir artış gösterdi. Oysa ki çok değil, 40-50 yıl öncesi İnönü döneminde dahi alay müftülerinden, tabur imamlarından bahsedilirdi. Ordu için bu millet, “Peygamber Ocağı, Mehmetçik,” gibi ifadeler kullanmakta ve gözbebeği olarak değerlendirmekte…
28 Şubat mağduru Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bu sürecin Cumhuriyet tarihinin en büyük kadrolaşma operasyonu olduğunu belirtti. Haftalık haber dergisi Aksiyon Şubat ayı içindeki sayısında Gülhane Askeri Tıp Akademisi (GATA)’inde klinik şefliği yaparken, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral çevik Bir’in talimatıyla Gaziantep’e veteriner olarak atanan Prof. Dr. Nevzat Tarhan’la yapılan röportajda, dönemin GATA komutanı tarafından makama çağrıldığı ve yargı kararı ne olursa olsun “bir daha GATA’da çalışamayacağı”nın bildirildiğine yer verilmekte. Gerekçe olarak da, Tarhan’ın yaşam tarzı gösterilmektedir. Bunun üzerine Tarhan, emekliliğini ister ve yıllarca giydiği askeri üniformasını, bir daha giyememe üzüntüsüyle dolabının en üst köşesine asar. Hakkındaki düzmece raporların BçG tarafından hazırlandığını söyleyen Tarhan, emir komuta zinciri dışında hareket eden bir oluşum diye tanımladığı bu ekibin gerçek maksadının, irtica ile mücadele adı altında kadrolaşmak olduğudur. “28 Şubat, Cumhuriyet tarihinin en büyük kadrolaşmasının yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde 1565 subay ve astsubay ordudan uzaklaştırıldı ve 10 bine yakın askerî personel de emekliliğe mecbur bırakıldı.”
Manevi değerlerin içinin boşaltıldığı, yüz binlerce kişinin fişlendiği 28 Şubat sürecinin ardından suç oranlarında adeta patlama yaşandı. Emniyetin verilerine göre sadece hırsızlık olaylarında 1997’ye oranla %389.7’lik bir artış yaşandığı ortaya çıktı. Her geçen yıl katlanarak artan suç oranlarını değerlendiren Prof. Dr. Hayrettin Karaman; “Din eğitimi ve insanların dindarlığı ne kadar gevşerse, suç da o kadar artar,” dedi.
28 Şubat sürecinin yaşandığı 1997 yılında 32bin717 çift ayrılırken, 2001’de bu rakam %281 oranında bir artışla 91bin994 rakamına ulaştı. çünkü sürecin yansıması olarak 2001’de yaşanan ekonomik krizle birlikte eşler geçim sıkıntısı yüzünden şiddetli geçimsizlik sorunuyla soluğu adliyelerde aldı.
Pireye Kızıp Yorganı Yakmak
28 Şubat ile tanıştığımız fişleme olayını, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda oluşturulan Batı çalışma Grubu (BçG)’na borçluyuz. İkna odalarıyla tanışmamızı, Alemdaroğlu’nun hegemonyasına borçluyuz. Şiir okumanın suç sayıldığı kanunla tanışmamızı, seçilme hakkının elinde alınması için başlatılan hukuk sürecine borçluyuz.
Bu arada yeni bir sözlüğümüz oluştu. Bankacılık sözlüğüne “hortum,” medya sözlüğüne “akredite,” demokrasi sözlüğümüze “postmodern darbe,” kelimeleri eklenmiş oldu.
Hepsi bir tarafa tanıştığımız bu kadar ilginçliği, pireye borçluyuz. çünkü ona kızıp yorganı yaktık. Aynen “irtica var, imdat!” diye bağıranların demokrasiyi kurtarmak adına, demokrasiyi yakmaları gibi… Ama olan yine yorganı yanınca üstü açık kalan vatandaşa oldu.
Hiçbir tarihi hadise, tek bir nedene, tek bir etkene bağlamaz. Tüm sebepler tek tek ele alınmalı ve bu sebeplere zemin hazırlayanların sorgusu da tek tek yapılmalıdır. Taraf olmadan, tarafsızca… çünkü, derin işlerde alet olarak kullanılanlar, neden kullanıldıklarının vicdani muhasebesini yapmadıkça, derin işlerden ve darbelerden kurtulamayız.
Türkiye, ekonomisinden toplumuna, devlet kurumlarından “bağımsız(!)” medyasına kadar hâlâ 28 Şubat sürecinin açtığı yaraları kapatmak ve tahribatı onarmakla meşgul…
Devletin Cinnet Hali
Bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmek her zaman için onulmaz yaralara sebep olmuştur. İşte 28 Şubat da böyle bir yanılgı yaşanmıştır. Kendilerine göre yanlış olanı yine bir yanlışla düzeltme çabası içinde olanlar, milletin tanklarını milletin üzerine yürüttüler. Milletin kutsalları tehlike olarak addedildi, tehdit sayıldı ve pervasızca üzerlerine gidildi. Vicdanlarda derin yaralar açan, büyük acılar yaşatan 28 Şubat, devletin cinnet haliydi…Kabus bile olmak için oldukça korkunç ve karanlık bir gece…
Evet, 28 Şubat’ın üzerinden 10 yıl gibi uzun bir süre geçti ama, izleri hâlâ devam etmekte. Yoksa devlet cinnet halinden kurtulamadı mı? çünkü, başörtülü kızlar hâlâ üniversitelere alınmıyor. Kur’an Kurslarının önündeki kısıtlamalar devam ediyor. İmam Hatiplerin orta kısmı halen kapalı. Katsayı engeli hâlâ sürüyor…
Küresel Sermayenin Uzun Parmağı
Erbakan’ın yaptığı ekonomik yeniliklerden rahatsız olan küresel sermaye 28 Şubat’ı desteklemiştir.
Gümrükler Müfettişi Necati Can, olayın üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, yaptığı bir röportajında, 28 Şubat sürecinde yapılan yolsuzlukların üstünün örtüldüğünü ve dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın olayı çözmesine müsaade edilmediğini vurguluyor. Aynı zamanda, insan hakları alanında yol açtığı mağduriyetler kadar, bunun perde arkasında Türkiye’nin nasıl soyulduğunu da dikkat edilmesi gerektiğini belirtiyor. Can, 28 Şubat döneminde yolsuzlukların neden arttığının iyi anlaşılabilmesi için, postmodern darbenin perde arkasının iyi bilinmesi gerektiği kanaatinde. Yolsuzlukların üzerine giderken istihbarat birimlerinin desteğini arkasına aldığını gizlemeyen Can, devletin birimleriyle paylaştığı bilgilere dayanarak; “28 Şubat’ın ardında bir ülkenin gizli servisi vardı. İkinci ayağı ise yerli destekçileriydi. Onlara rüşvet olarak yolsuzluk düzenini bıraktılar. 28 Şubat’tan sonra etnik ve mezhebe dayalı müthiş bir kadrolaşma başladı” diye açıkladı. Can göre 28 Şubat’ın tarifi şu: “Demokratik, laik bir şekilde soygun yapmak.” Can, aynı zamanda, 28 Şubat darbesinin insan hakları alanında yol açtığı mağduriyetler kadar, bunun perde arkasında Türkiye’nin nasıl soyulduğuna da dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyor.
28 Şubat, bir avuç azınlığın karanlık ilişkiler üzerinden kazanmasına karşılık, bütün bir ülkenin kaybetmeğe zorlandığı bir süreç…
28 Şubat sürecinden önce iktidarda olan Refah-Yol Hükümeti başarılı icraatlarıyla vatandaşların beğenisini kazanmaktaydı. Bu dönemde memur ve askerlere verilen maaşlar herkesin yüzünü güldürdü. Kurulan havuz sistemi ile faizler aşağı çekildi. Denk bütçe hedeflenirken, alınan ekonomik önlemlerle israf önlendi. çiftçi ve esnafa sağlanan desteklerle ekonomik refah halkın her kesimine yayıldı. Bütün bu iyi gelişmeler olurken, rantiyeci çevreler eskisi kadar faizden para kazanamaz duruma geldi. İşte bu çevreler, 28 Şubat’ın yardakçılığını yaptı. çünkü asıl rahatsız olanlar küresel sermaye sahipleriydi. İrtica bahane gösterilerek büyük bir soygun geçiren Türkiye hâlâ düze çıkamadı. çünkü, sadece içi boşaltılan 19 bankanın devlete verdiği zarar 50 milyar doları buluyor.
Dostumun Düşmanı Düşmanımdır
Kendi çıkarlarını, devletin çıkarlarının önünde gören rantçı zihniyet, demokrasinin temel değerlerini alt üst ederek, çaldığı minareye kılıf bulmada gecikmedi. Dostumun düşmanı, benim de düşmanımdır mantığı…
28 Şubat’ın yaşayan tanıklarından eski Başbakanlık Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu, 27.2.07 Salı akşamı katıldığı bir televizyon programında, ABD’nin, “bu hükümetten kurtulmalıyız,” diye bir yazı gönderdiğini söylemesi, olayı tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.
Halk 28 Şubat’tan Rahatsız
Halkın ezici çoğunluğu, Türk siyaset tarihine “postmodern darbe” olarak geçen süreci benimsemiyor. Başkent Araştırma Grubu tarafından yapılan kamuoyu araştırması, toplumun % 77.7’sinin karşı çıktığını ortaya koydu. “Türkiye Siyaset Gündemi Şubat-2007” başlıklı araştırma, 23-25 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. 23 ilden 2bin927 kişiye gündeme ilişkin sorular yöneltildi. “Geçtiğimiz 10 yılı düşündüğünüzde 28 Şubat’ın ülkemiz için faydalı mı zararlı mı olduğunu belirtir misiniz?” sorusuna, katılımcıların sadece %18’i “faydalı” karşılığını verdi. 28 Şubat sürecine zemin hazırlayanların yargılanmasını isteyenlerin oranı ise %73.4 çıktı. %19.2 “yargılanmamalı” şıkkını işaretlerken, fikir belirtmeyenler %7.4 oldu.
Hürriyet Başyazarı Ertuğrul özkök; “Galiba 28 Şubat’ı destekleyen tek ben kaldım. Evet destekledim ve desteklemeye devam ediyorum,” diyerek, 28 Şubat’a sahip çıkanların azaldığını ve hatta tek kaldığını vurgulamakta. O da %18’lik azınlık içindeki yerini almış oldu.
öz Eleştirimizi İyi Yapmalıyız
28 Şubat sürecinden sonra başlayan oluşumu, bir de kendi zaviyemizden bakarak değerlendirelim. Bu süreç, Müslümanlar için bir samimiyet.olduğu gibi görünme ve ayrıştırma sınavıdır. Doğrunun eğriden, güzelin çirkinden, iyinin kötüden, siyahın beyazdan ayrıştığı ve söylemlerinin arkasında durup durmayanların, duruşlarının dik olup olmadığının, direnenlerin sağlam olup olmadığının, safların sıklığının samimiyet, görünürlük ve ayrışma sınavıdır.
Aynı zamanda bir ikna sınavıdır 28 Şubat.
Şimdi kendimizi sığaya çekelim ve soralım, “samimi miyiz, ikna olduk mu, inandığımız gibi yaşıyor muyuz, yoksa yaşadığımız gibi inanmaya mı başladık?....” Tüm bu soruları sormalı ve 28 Şubat’ı bir de bu yönüyle değerlendirelim. Kendimiz ne kadar bu sürecin içinde yer aldık, alıyoruz ya da alacağız…
28 Şubat İzlenimleri
Ahmet Kabaklı 20 Mart 1997 günkü yazısında şunlara değinmişti: “Habitat 2 Konferansı’na katılmak üzere Türkiye’ye gelen İsrail Cumhurbaşkanı Ezer Weizman, uçakta başladığı pervasız konuşmalarını, İstanbul’a ayak bastıktan sonra da sürdürdü. Türkiye’deki laik güçlerin bir an önce toparlanıp halkın desteğini arkalarına alması gerektiğine işaret eden Weizman, aksi takdirde RP’nin iktidara geleceğini ve bunun İsrail’i rahatsız edeceğini belirtti. Weizman; yakın dostum Demirel, RP’yi engellemek için elinden geleni yapacak” dedi.
Fransa’daki mason locasının kararları kısa sürede etkisini göstermişti. Yargı’dan Ordu’ya kadar, çeşitli kademelerdeki mason biraderler, iktidardaki RP’den halkın umudunun kesilmesi, RP’nin baskı altına alınması, daha da önemlisi iktidardan uzaklaştırılması çalışmalarının başlaması, İslâmcı basının ekonomik olarak itkisizleştirilmesi gibi bir dizi yaptırımı çok geçmeden uygulamaya sokmuştu.
28 Şubat sürecinin Adalet Bakanı Şevket Kazan, “Refah Gerçeği” adlı kitabında BçG’nu şöyle anlatıyor: “Bizim hükümet olarak böyle bir grubun kurulup faaliyete geçtiğini öğrenmemiz, tamamen bir tesadüf sonucu olmuştu. 28 Şubat’tan sonra bir takım resmi kurumlarda kimin kime gönderdiği bilinmeyen bir faks fırtınası esmeye başlamıştı. Fakslarda, kim ne işler yapıyor, kim kiminle gizli ilişkiler için ihbarlar yağıyordu. Ancak Mayıs 1997 başlarında bir faks metni geldi ki bunu ciddiye almamak aptallık olurdu. 11 sayfadan oluşan yazıdaki imzanın başlığında “Batı Harekat Konsepti” diye yazıyordu. öyle anlaşılıyordu ki, Refahyol Hükümeti’nin göreve yeni başladığı tarihteki Askeri Şura Toplantısı’nda Başbakanlık konutunda kendisine rakı ikram edilmeyen Güven Erkaya, bundan muğber olmuş, daha o tarihten itibaren, Refah Partisi ve Hükümetin altını oymayı kafasına koymuştu.
BçG’nun 7 masası vardı. Bunlar; Askeri Masa, Medya masası, İstihbarat Masası, Sermaye ve Kartel Masası, Toplum örgütleri Masası, Siyasi Partiler Masası ve MGK Masası. Bu masalar arasındaki koordinasyonu sağlayan masa, Askeri Masaydı ve tüm masalar CIA’nın kontrolü altında…”
Yavuz Bahadıroğlu da 28 Şubat ile ilgili olarak Vakit Gazetesinin 28 Şubat 2007 günkü “özel 28 Şubat Eki”nde şöyle bir değerlendirme yapıyor: “28 Şubat, herhalde Türkiye’nin yaşadığı en kalleş darbe idi. çünkü kendi dinamiğine, kendi gücüne değil, “psikolojik savaş” adına planlanan yalanlara dayanıyordu…”
28 Şubat’ın en önemli aktörlerinden biri çevik Bir’di. İşte Faruk Bildirici’nin kaleminden ilginç bir anekdot: “Washington darbe istemiyordu…ABD Dışişleri Bakanı Mandeleine Albright, 13 Haziran günü, bu mesajı açıkça dile getirdi; “…sorunların demokratik bir çerçeve içinde çözülmesi gerekli…” Albright’ın bu mesajı, ertesi gün Milliyet gazetesinde “Krize ABD mesajı” başlığı ve Albright’ın şu sözleriyle şöyle duyuruldu: “Ankara’ya demokratik düzenin dışına çıkılmaması gerektiğini bildirdik.” (14 Haziran 1997) çevik Bir, bu habere sinirlendi. Milliyet yönetimini aradı. Albright’ın açıklamasının neden bu kadar büyütüldüğünü sordu. Daha cevap almadan bağırmaya başladı. “Şimdi oraya da mı iki general göndermem gerekiyor?!” Bir gün sonraki Milliyet gazetesinde, “Refah-Yol’un Sonu” manşeti ve “ABD; Türkiye’nin içişlerine karışmayız” başlığı vardı.”
Mümtaz’er Türköne 28.2.07 günkü Zaman gazetesindeki yazısında, süreç devamında yaşanan ekonomik krizini şöyle değerlendiriyor: “…Faik Bulut’un “Yeşil Sermaye Nereye?” başlıklı kitabının özetidir. Bu kitabın iktibas edilerek sermaye arasında rengi “yeşil” olan bir kategori icat edilmekte ve istatistikî kesinlikle, yine bu kitaptan iktibasla keskin hatlarıyla hedef tahtasına konmaktadır. Bu tez, piyasa ekonomisinin kurallarını boydan boya yıkarak 2000 ve 2001 bankacılık krizine giden yolun ilk taşlarını döşemiştir. Pazar ekonomisi, ahbap-çavuş kapitalizminin hegemonyası altında ezilmiştir. Başından sonuna kadar bir yolsuzluklar süreci olan 28 Şubat’ın döşediği diğer taşlar, bankacılık sektörünü yıkıma uğratacak olan usulsüzlükler ve suiistimallerdir.” Aynı günkü yazısında 28 Şubat’ı faşizm olarak değerlendiren Türköne; “Fikrin olmadığı kararlılıktan faşizm çıkar. 28 Şubatçıların biraz cehaletlerinden, biraz da mecburiyetlerinden dolayı benimsedikleri, belki de benimsemek zorunda kaldıkları ideolojinin adı, faşizmdir.” Demektedir.
Nihal Bengisu Karaca da; “Demokrasinin, demokrasi adına intihar etmeye zorlanabileceğini öğrendik 28 Şubat sayesinde. İçinde “İslâm” geçen trenlerin hiçbir gerekçe gösterilmeden durdurulabileceğini, her türden tahmil ve tahliyeye maruz bırakılabileceğini öğrendik. İnsan ömrünün “aktarmalı” bir yolculuk için fazla kısa olduğunu, bundan sonra üzerinde çeşitli nedenlerle mutabık kalınmış “AB” logosu taşıyan trenlere bilet almamız gerektiğini öğrendik.”
Kendi ifadesiyle Demirel tarafından bilinçli olarak seçilen Vural Savaş’ın Demirel’in Genelkurmaya brifing almaya gittiği 17 Ocak !997 günü, Başsavcılık görevine başlaması oldukça manidardır.
Toplum mühendisliğine soyunan ve derin güçlerin tesiri ile RP’yi kapatma kararının baş mimarı Vural Savaş, bir röportajında 28 Şubat’ı şöyle değerlendiriyor: “Eğer o devirde Demirel gibi bir Cumhurbaşkanı, İsmail Karadayı gibi bir Genelkurmay Başkanı ve övünmek için söylemiyorum ama, benim gibi bir Başsavcı olmasaydı rejime müdahale kaçınılmazdı. 28 Şubat, kimine göre askeri darbe, kimine göre postmodern darbe. Bana göre ise, sivil kuvvetlerin zaferi. Tanklar falan yürümüştür ama, hukuk işlediği için o tip şey olmamıştır. Genelkurmay da bu işin yapılmasından son derece memnun olmuştur.” (Star Gazetesi-25.2.07)
Mehmet Emin Kazcı 27.2.07 Vakit gazetesindeki köşesinde 10 yılın değerlendirmesini şöyle yapıyor: “28 Şubat’ın sonuçlarına baktığımızda darbenin tek gerekçesinin irtica olmadığını, birçok çevrenin kendince başka çıkarlar güderek bu sürece destek verdiğini anlarız. Kaldı ki bir iktidarın bir tek laiklik karşıtı yasa bile çıkarmadan 8 ay içinde düzen değiştirip tehdit haline gelmesi rasyonel olarak mümkün mü? 28 Şubat’ın sonuçlarına gelirsek; Türkiye bu sürecin sisli ortamı içinde, tarihinin en büyük soygunuyla tanışma şansı(!) elde etmiştir. Bu yoksul ülkenin 50 milyar doları bankalarda hortumlanmış, ülkemiz, tarihin en büyük ekonomik krizlerine sürüklenmiştir. Yargıya olan güven çok önemli ölçüde sarsılmıştır ve Türkiye halen bunun sancılarını çekmektedir.”
30 yıl boyunca MGK bünyesinde Hukuk Müşavirliği ve Başdanışmanlık yapan ve 28 Şubat’ın kara kutusu olarak değerlendirilen Mustafa Ağaoğlu, bir röportajında şu değerlendirmeleri yapıyor: “28 Şubat’ın ne olduğu üzerinde çok tartışmalar yapıldı. 1961’de kurulan MGK, devletin bekasını sağlamakla görevli. Burada seçilmişlerle atanmışlar birlikte çalışıyor. Devlet Planlama Teşkilatı ile halkın refahı, Anayasa Mahkemesi ile de anayasal düzenin korunması sağlandı. Bu durum 1982 yılında biraz daha genişletildi. 28 Şubat 1997 yılında alınan kararlara bu açıdan bakıldığında bir anayasal işleyiş olduğunu göreceğiz. Bu toplantıda Genelkurmay Başkanlığı Türkiye’deki irticai faaliyetlere yönelik bir sunum yaptı. Arkasından da 18 maddelik tedbirler kabul edildi. Ve taraflar görüşlerini beyan ettikten sonra bir mutabakata varıldı. Alınan kararlar daha sonra Başbakan Necmettin Erbakan’a iletildi. Şimdi bu olaya bazıları postmodern darbe diyor.”
Bunları okuduktan sonra siz ne diyorsunuz?... önemli olan sizin zaviyenizdeki 28 Şubat… Dileğimiz, bir daha böylesi kara bulutlu günler görmemek… O kara bulutlar bereket ve yağmurun habercisiyse diyecek bir şeyimiz yok, ama…
Gelecek güzel günlere, huzur ve sağlıkla ulaşabilme dileklerimizle emanet edilmesi gereken en “Emin”e emanet olunuz.
(FOTO GALERİ - KARE KARE 28 ŞUBAT)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.