Prof. Şimşek’ten Çarpıcı Paralel Açıklamaları

Prof. Şimşek’ten Çarpıcı Paralel Açıklamaları
Prof. Dr. Şaban Şimşek, malum yapının bugün devlet içinde kurtarılmış klinikleri, bölümleri, fakülteleri hatta üniversiteleri olduğunu belirterek “Kendilerinden olmayanı Einstein olsa almazlar” dedi.

YÖK’ü, üniversiteleri çok iyi bilen akademisyenlerden Prof. Dr. Şaban Şimşek, Habervaktim.com’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. MEB’de Müsteşar Yardımcılığı görevinde de bulunmuş ve “Kırmızı Çizgi YÖK” kitabının yazarı olan akademisyen Prof. Dr. Şaban Şimşek, yurt dışından alınan diplomalar ile uzmanlıklarda büyük sahtecilikler yapıldığını, Gülen Cemaati’nin bu yolla akademide dolayısıyla üniversitelerde ciddi bir zemin kazandığını söyledi. Şimşek’le söyleşimiz şöyle:

-Hocam TÜBİTAK’taki cemaat yapılanmasına yönelik operasyon kapsamında tutuklanan Kamu Sertifikasyon Merkezi Başkanı Hasan Başaran’ın lisans ve yüksek lisans diplomasının sahte olduğu anlaşıldı. Meseleye buradan başlayalım izninizle?  

Önce  “cemaat yapılanması” tamlamasına bir açıklama getirmek istiyorum. Sanıyorum bunu kullanırken  “Fethullah Hoca Cemaatini” kastettiniz!?..

-Evet.

Şimdi, bakınız Fatih Bey, kastedilen cemaat ilk zamanlar bu ismi kullandı. Yani kendimize sadece “Cemaat” diyelim, dedirtelim dedi; ülkede başka cemaat yokmuşcasına… Bu kelimenin çağrışımıyla adam toplayacaktı, para toplayacaktı, çocukları daha rahat sisteme çekecekti, cemaatler arasında tabir-i caizse “marka” olacaktı; yani tek, en büyük, en etkili, ilk akla gelen filan. Sonradan, bunun bazı sakıncaları görülünce de (cemaat olarak anılmak, diğerleriyle eş tutulmak, laik kesime soğuk gelmek, dolayısıyla bu kesime açılamamak, isim karışıklığı vs.) “Hizmet Hareketi” filan dediler kendilerine. Şimdilerde ise malum “devlet içinde devlet” anlamında “paralel yapı” deniliyor kendilerine… Dikkat ederseniz, en azından ülkemizde, başka hiçbir cemaat, eskiden beri var olan adını değiştirmemiştir. Bir kısmında bazı bağlıların (mürit, ihvan, kurban…) farklı davranış ve hedefleri olsa da bütün bu cemaatlerin genelde amacı bellidir. Bu amaçlar arasında hiçbir zaman kurumsal olarak devlet olmak diye bir şey yoktur. Sadece bu malum yapı bunun dışındadır, kanımca niyetleri farklıdır. Buna da çok şaşmamak gerekir zira onlar klasik anlamda bir cemaat değildir. Yani sonuç itibarıyla onlardan “cemaat” ya da “cemaat yapılanması” diye bahsetmek doğru değil.

-Yani?..

Yanisi şu: Onlar cemaatlerin özünde olduğu üzere sadece dinsel amaç ve etkinlikler için bir araya gelen bir grup değildir. Amaç böyle olunca da, ona erişmek için yapılan pek çok şey mubah sayılıyor. Sonuç itibarıyla bütün bunlar Allah yolunda yapılan işlerdir (hizmet) deniyor, öyle algılanıyor, öyle kabul ediliyor. En azından taban kesim böyle. Sorunuzdaki sahte diploma meselesine de bu çerçevede bakmak lazım. “Yani yaptımsa, niye yaptım? Hele bir  sor bakalım” mizah repliğinde olduğu gibi. Onlara göre bu hizmette(!) “kazan-kazan-kazan” var; Cemaat kazanıyor, kendileri (şahsen) kazanıyor, bir de Allah yolunda iyi bir iş yapılıyor yani din kazanıyor! Bu noktada rahatlıkla söyleyebiliriz ki Tayyip Bey’den daha ilerdeler(!); malum onunkisi sadece “kazan-kazan”(!) Sonuç itibarıyla konuya buradan baktığınızda şaşırmanın anlamı olmadığını görüyorsunuz.

Üzülmeye gelince… Evet, üzülebilirsiniz, hatta başınızı taştan taşa vurabilirsiniz. Özellikle de şimdi bunlardan çok şikayetçi olanlar, bu işi temizlemek için ülkemizin tüm enerjisini harcamak durumunda bırakanlar üzülmeli, nedamet duymalı ve milletten af dilemeli.

UYARILARIMIZ DİKKATE ALINMADI

-Kimler bunlar?

Valla gazeteci olan sensin, benden daha iyi biliyorsun. Aslında bunu millet de biliyor; elbette bunca yıldır iktidarı elinde bulunduranlar, malum grubun üyelerini, kurumlarını besleyip büyütenler, tarihe not düşercesine yaptığımız uyarılara aldırmayanlar. Yoksa senin kabahatin yok, benim de yok. Beş yıl önce yazdıklarımızı söylediklerimizi, manşetlere konu oluşumuzu biliyorsun. Senin de başında olduğun haber sitesiyle (www.habervaktim.com’u kastediyor), yazılarınla gösterdiğin çabalar biliniyor.

saban.jpg

SİSTEMLİ BİR TAKIM OYUNU SÖZKONUSU

-Sahte diploma olayına dönecek olursak, bu olay öyle “adamın biri sahte diploma ile işi götürmüş” deyip geçilecek kadar basit değil anlaşılan?

Yok, o kadar basit değil. Yani öyle olması mümkün değil. Yani siz sahte değil gerçek diplomanızla, yüksek lisans değil doktoranızla, doçentlik te değil profesörlüğünüzle bir yere gelemiyor, mesela o sahtecinin amir olduğu kurumun kapısından bile giremiyorsunuz da o olay adam orada daire başkanı olabiliyorsa..! Burada bir durup düşünmek gerekmiyor mu sizce. Kuvvetle muhtemeldir ki “sistemli bir takım oyunu” ve “merdiven etkisi” söz konusu.

-Ne demek bu merdiven etkisi?

Nasıl anlatayım ki?.. Hani bayramlarda, geçit törenlerinde sekiz on kişi aşağıda, dört beş kişi onların omuzlarında, iki üç kişi de onların, en yukarıya da sonuncusu olur ya, onun gibi bir şey. Ama henüz takım tam oluşmamışsa… Yani altta duracak, omuzlarına basıp yükselinecek o kadar adam yoksa, ne yapacaksınız?  Mesela sureti haktan görünüp onların omuzlarına çıkabilirsiniz değil mi?..

Dolayısıyla TÜBİTAK’taki o olay adamın altında, omuzuna bastığı, basarak sahte imzaları kontrol eden dairenin başı olacak kadar yükselttiği ne kadar has eleman vardır bilemeyiz. Devletin, onu bilecek, bulacak olan mekanizmaları, kurumları var; bulmak onların işi.

ORTAYA ÇIKARMAK ZOR

-Bu nasıl bir yapı, nasıl bir organizasyon sizce?

Etrafınıza bakın, memleketin geneline bakın, nerede kritik, stratejik bir kurum, bir durum, bir güç varsa orada mutlaka bu yapılanma var: Asker, polis, sivil, finans, medya, sosyal alanlar, bürokrasi, bakanlıklar, okullar, dershaneler, üniversiteler, adliye, yüksek mahkemeler… Hastaneler, özellikle eğitim hastaneler ise bunların en masumu! Etiketleri takılı bir şekilde görünmek, hele hele toplu görünmek bu tür teşkilatların natüründe yoktur, bilirsiniz. Camide bile fazla görünmez bunlar! Sakın yanlış anlaşılmasın, namaz kılmadıkları için filan değil; sadece, toplanma yerleri (cem oldukları yerler) orası olmadığı için. Dolayısıyla bilinmez sayıda görünmez insan var işin içinde; bu durumda bir organizasyon da söz konusu olabilir elbette; ama ortaya çıkarmak zor.

İŞLERİNİ PROFESYONEL YAPIYORLAR

-Bu yapının kendi adamlarını devlet kurumlarına yerleştirmek için değişik hileler yaptığı iddiaları malum. Savcılıkça soruşturma bile açıldı. Sahte diploma olayı da bu yapının yaygın bir kadrolaşma yöntemi olabilir mi?  

Valla bunlar işlerini kesinlikle çok daha profesyonel yapıyorlar. Doğrudan sahte değil de, altı doldurulmuş yani önden, arkadan, alttan, üstten, sağdan, soldan, önceden, sonradan yani ne zaman ve nereden bakarsan bak hakiki imiş gibi kotarıyorlar her işlerini. Hem dinsel hem de çağdaş bir motif de oluyor üstlerinde bunların... Yani çok sıkışmazlarsa böyle bir hata(!) yapmazlar diye düşünüyorum. Ama hatasız kul olmaz. Nihayette paralel de olsa çapraz da olsa herkes Allah’ın kulu; beşer şaşar… Savcılık el koyduğuna göre gerçek ortaya çıkar diye düşünüyorum.

HIZLI VE KOLAY YAYIN OLAYI

-Yardımcı doçentlik ve doçentlik sınavlarıyla ilgili de bu tür iddialar var. Neler söyleyeceksiniz?

Yardımcı doçentlikte teorik bir sınav yok. Dolayısıyla sahte diploma, soru çalma, cevap sızdırma, kopya söz konusu değil; tabii lisans, yüksek lisans, doktora diplomaları sahte değilse. Ama burada da hızlı ve kolay yayın yaparak başvuru dosyası düzenlemeleri var!..

ASIL SAHTECİLİK YURT DIŞINDAN ALINAN DİPLOMALARDA

-Nasıl yani?

Şimdi burada “yok canım bu kadarı da olabilir mi” diyenler olacaktır ama bütün bunları yapan bir insanın üstelik TÜBİTAK’ta ve e-imza dairesinin başında olduğunu düşünürsek… “Sahi buna da bir bakmak gerekiyor” diye düşünmeden edemiyor insan. Asıl sahtecilik yurt dışından alınan diplomalar ve uzmanlıklarda.

-Bunu biraz açar mısınız lütfen?

Özellikle benim branşımda yanı Tıp’ta Azerbaycan, Kazakistan, Pakistan Bulgaristan gibi pek çok ülkeden alınan uzmanlık diplomaları var; pasaportunda dört yıllık diploma için en fazla dört defa giriş çıkış olan, oralarda sözde eğitimleri süresince sadece birkaç gün veya hafta kalan ve diploma alan insanlar bugün ülkemizde uzmanlık yapıyorlar. Bunları kendi aramızda “TUS negatif” olarak adlandırılıyorlar. Yani Tıpta Uzmanlık Sınavını kazanamayıp bahsettiğim bazı ülkelerde para ile sözde ihtisas yapanlar… Gidip adam gibi ihtisas yapanları tenzih ederim ama çoğu diplomalarını, hele hele on beş yirmi yıl önce şoföre parasını verip TIR’la getiriyorlardı. İşin bir başka kötü yanı bunların epeyce bir kısmının, doktorluk bilmedikleri için, idareciliğe soyunmaları ya da işin ticaretiyle uğraşmaları.

-Böyle tanıdığını kişiler var mı?

Olmaz mı?.. Burada isim veremem tabii. Ama belki bir işarette bulunabilirim.

-Bulunun..

-Koskoca bir üniversitenin mütevelli heyeti başkanı bunlardan biri. Bakın; yüksek tahsil olmayınca mütevelli heyet başkanı olunamıyor. Yani “beyefendi senin basit bir yüksek tahsilin bile yok, neyine senin üniversite sahibi olmak, bilim yuvasının başına geçmek” gibi bir şey demiş mevzuat.  Ancak bizim hazret on bin dolara (böyle diyorlar ama bence iftira ediyorlar, çünkü o bu kadar parayı bir diplomaya verecek kadar enayi değildir!) işi halletmiş. Hatta oldu olacak, “nasılsa masrafa girdik” deyip üstüne üç-beş daha vererek bir de yüksek lisans diploması edinmiş. Eeh bu kadar zahmetten sonra mütevelli heyet başkanlığı koltuğuna da anasının ak sütü gibi helaldir herhalde(!)

SAĞLIK BAKANLIĞI’NDA BİLE VAR

-Bürokraside?

Çoook. Mesela bizim Sağlık Bakanlığı’nda bile var, hem de bayağı tepelerde bir yerde.

-Kim?

Yok canım, o kadar da değil; muhbir miyim ben.  İsim vermeyeceğimi söylemiştim. YÖK ne güne duruyor. Memleket için için yanarken birazcık kımıldasa, MİT veya pasaport şubeleriyle çalışma yapıp yurt dışında diploma alanların giriş çıkışlarını, yurt dışında kalış sürelerini kontrol etse çıkar ortaya, ne nedir?

-Bildiğim kadarıyla “doçentlik” sınavla kazanılan bir unvan. Orada çark nasıl dönüyor?

Aah Fatih Beycim ah!  Şimdi sınav filan deyince kendimi fena halde aldatılmış hissediyorum

-Niçin?

Bakınız ben bir çok defa sınav jürilerinde yer aldım; Sağlık Bakanlığı’nın düzenlediği Başasistanlık sınavları, Üniversitelerarası Kurul’un yaptığı doçentlik sınavları… Şimdi geriye dönüp bakıyorum da Jüri eğer beş üyeli en az üç, üç üyeli ise de en az iki kişinin malum yapıya bağlı arkadaşlardan olduğunu görüyorum. Biz kılı kırk yararak bir şeyler yapmaya çalışırken…

-Evet!?

Eveti şu: O kişiler “evet” dedi mi oy çokluğuyla iş bitiyor zaten! Aday (adayları!) başasistan ya da doçent olmuş oluyor.

-Peki, o noktaya gelinceye kadar bunun bir alt yapısı oluyor mu? Nasıl hazırlanıyorlar?

Var elbette… Hepsini kast etmiyorum tabii. Hak ederek alanlara rengi, cinsi, ırkı, dini, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun kimse bir şey diyemez. Bu dünyada en yüce değerin “hak” olduğuna inanan bir insanım; bunların da en üstünde “kul hakkı” vardır… Şöyle işliyor sistem: Şu ya da bu şekilde (haklı ya da haksız) sınavlar kazanılıp tıp diploması alınıyor, sonrasında uzman olunuyor. Bu arkadaşlara abileri yardım ediyor ve bilimsel yayınlar yapılmaya başlanıyor. Adaylar biraz kıvamına gelince kişiye has(!) kadrolar ilan ediliyor. Dosyalar veriliyor; yardımcı doçent olunuyor. Bu arada yayın faaliyetleri hızlanıyor. Öylesine ki mesela bir aday bir yılda on tane yabancı yayın yapabiliyor, hem de bir taşra üniversitesinde; yani imkanları kısıtlı olan bir yerde.

1 YILDA 10 BİLİMSEL YAYIN!

-Bir yılda 10 yayın nasıl olur?

Oluyor Fatih Beycim oluyor!!!

-Yabancı bilimsel dergiler buna nasıl imkan veriyor?

Mesela yurt dışında üç dört derginiz olsa… Editoryal bordu şöyle (benim sadık ve necip milletimden toplanmış) hatırı sayılır bir parayla beslenmiş hatırı sayılır bilim adamları olsa… Yazı işlerine de aileden, abilerden birileri olsa… Sonra ameliyat masası veya yazı masası başında hazırlanan bilimsel makaleler (!) onlara postalansa… Haa ne dersiniz Fatih Bey?... Bir de birbirini referans gösterirseniz; al sana dört dörtlük bir doçentlik dosyası! Hepsi sahte değil elbette. Bu arkadaşların önemli bir kısmı gerçekten çalışkan, Allah için, ilim için, bilim için hizmet eden tipler. Yani çoğu zaman sadece(!) maya tutuncaya kadar yapıyorlar bu bahsettiğim yanlış işleri.

KENDİLERİNDEN OLMAYANI EİNSTEİN OLSA ALMAZLAR

-Yayın da tamam diyelim. Peki ya sınav jürileri? Orada da etkililer o zaman?

Bu konuda en kritik yer jürileri seçen kurullar; Üniversitelerarası Kurul’un ilgili birimi, Bakanlıktaki bu işle görevli yüksek bürokratlar. Buraları ele geçirdin mi gerisi artık çocuk oyuncağı; Jüri tamam, dosya tamam çünkü… Bahsettiğim maya tuttuktan sonra, mesela bir taşra üniversitesinin bilmem hangi biriminde “kardeşler” doçent olunca, eskiler yani “abiler” büyük üniversitelere kayıyorlar. Hedef için her şey mubah; kul hakkı yemek dahil. Zaten bunlar bir yere girdiler mi, yani diyelim filan üniversitenin filan fakültesinin filan branşına… Artık orada başka kimseye ekmek yok, zırnık koklatmazlar, asla oraya hariçten adam koyamazsınız. Kendilerinden olmayanı Einstein olsa  almazlar…

-Devlet üniversitelerinden bahsediyorsunuz değil mi?

Evet evet, sakın yanlış anlaşılmasın, bu yapının sahibi olduğu üniversitelerden bahsetmiyorum, oralar zaten kendi öz malları; çekirdekten yetişmiş öz çocukları için. Bizim sözümüz devlet üniversitelerdeki durumlara.

-Şu an devlet üniversitelerinde ne kadar kişi vardır bu şekilde göreve gelmiş?

Bu sayıyı vermek zor, çok ama çok diyebilirim. Aslında bunu kişi bazında değil de kurtarılmış klinikler, bölümler, fakülteler, üniversiteler tarzında hesaplasanız daha iyi olur. Mesela doğudan bir üniversitenin Göz ya da KBB Anabilim Dalı gibi.

-Hangi üniversite bu?

Eeh artık o kadarını da siz bulun.  Zaten kontrast olduğu için tanımlayarak verdim yoksa tek bu özelliği olan yer olduğu için değil. Çok var bunlardan, inanamayacağınız kadar çok “Yahu bunlar ne zaman, nasıl bu kadar adam yetiştirdi” diyeceğiniz kadar.

“TAYYİP UĞRAŞSIN”

-Bu üniversiteler açısından büyük sorun, temizlik mümkün mü?

Maalesef öyle sihirli bir süpürge yok. O maya tutmuştur ve ekmek fırına çoktan verilmiştir. Zaten şu anda bu yapıyla, emniyette, adliyedeki gibi bir mücadele veren bir YÖK ya da başka kurumlar yok… Sonuçta bu yapı elemanları bulundukları yerlerden memnun, devletin kurumlarına atanalar da kendi yerlerinden memnun!.. Mahallelinin tabiriyle (özür dileyerek) söylüyorum “Tayyip uğraşsın” yani.

-YÖK’ün bu konularda yeterince uyanık olup olmadığı, gerekli mücadeleyi verip vermediği konularında neler söyleyeceksiniz?

Valla YÖK yani yükseköğretim bir yaradır içimde Fatih’cim; açma istersen. Onu bir başka röportaja bırakalım.

-Ama bütün bunlar o kurumun çatısı altında oluyor. Siz de YÖK’ün kitabını yazmış (Kırmızı Çizgi YÖK) bir insansınız… Hiç olmazsa bir cümle…

Fatih Bey’cim o kitabı yazarken (ki derin devletin en etkin olduğu dönemlerdi) ben “YÖK gibi bir kurum ne Hükümetle kavga etmeli ne de kimsenin emir kulu olmalı” diyordum. Müesses nizam YÖK’ü ideolojik varlığının ve geleceğinin bir aracı olarak kullanıyordu. O zamanlar henüz meşruiyet peşinde koşan AK Parti iktidarına YÖK’ün kılına bile dokunma izni vermiyorlardı. Ona dokunmayı Cumhuriyetin temellerine konmuş dinamit olarak yorumluyorlardı. YÖK’te bunu pek benimsemişti doğrusu. Ben de zaten bütün bu sebeplerle kitaba  “Kırmızı Çizgi YÖK” adını vermiştim.

-Peki, burada izninizle araya girmek istiyorum; bir değişiklik mi oldu?

Valla işte başka bir röportaj işte tam da burada başlıyor… YÖK’ün rengi değişti.

-Nasıl?

…Sonraki röportaja!

-Peki, o zaman sadece bir kelime rica edeyim: Sizce YÖK’ün rengi ne idi ne oldu ya da ne olmalı?

Dostum, YÖK gibi eğitim öğretim ve bilim dünyasıyla uğraşan bir kurumun rengi olmaz ya da şöyle diyelim ve bu son cümlemiz olsun: YÖK ne kırmızı ne yeşil olmalı. Eğer ille de bir renkten söz edecekseniz onun rengi ışık rengi olmalı; yani yedi renk.

-Teşekkürler.

Fatih Akkaya / Habervaktim.com

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
36 Yorum