Köşe yazısı kritikleri
Akşam Gazetesi'nden Serdar Turgut, 23 Ocak 2008 tarihli yazısında kafayı Sudan Devlet Başkanı'na takmış, açmış ağzını yummuş gözünü, verip veriştiriyor. Diyor ki:
“Aslında mobil halde görüldüğü an tutuklanması gereken ve kendisine ‘Sudan lideri' diye garip bir tanım vermiş kişi Türkiye'ye geldi. Interpol'e suç duyurusunda bulundum. çaresiz olduklarını, Türkiye Cumhurbaşkanı'nın davet ettiğini söylediler. Ben adamın geceyi Ankara'da kale civarındaki bir mağarada geçireceğini sanırken, ‘Camlı Köşk' denilen şeref misafirlerinin konuk edildiği yerde yattığını öğrendim. Sudan lideri, bence başcelladı olan kişiyi de beraberinde getirip ona ‘Anıtkabir özel defteri'ni imzalattı. Sudan liderinin ziyaretinin en iyi yanı, bize Uganda eski lideri İdi Amin'i yakışıklı ve güzel algılatmasıydı.”
Sudan Devlet Başkanı'na karşı çıkışlarının sebebi, Sudan'ın İslami bir yönetime sahip olması. Gerekçe olarak bunu değil de Darfur'daki katliamla sorumlu tutulmasını gösteriyorlar.
Darfur katliamının Sudan Devlet Başkanı ile alakası var mı yok mu, önce bu tesbit edilmeli. Ancak, diyelim ki Sudan Devlet Başkanı Darfur'daki katliamdan sorumlu ve bu yüzden, Türkiye'ye gelişi kimilerince rahatsızlık vesilesi.
Peki, bu zatlar, burnumuzun dibindeki Irak'tan tutun da tarihi dostumuz Afganistan'a kadar, dünyanın her yerinde, katliam üzerine katliam yapmış olan ve hâlâ da bu katliamlara devam eden ABD Başkanı Bush geldiğinde neredeydiler acaba? Filistin'de binlerce müslümanı katletmiş olan ve bu katliamlara devam eden İsrail liderleri geldiğinde niye süt dökmüş kedi gibi sus-pus idiler?
Bu tutum, “küfür tek millettir” icma-i ümmetinin bir tecellisi mi acaba?
* * *
ALLAH ADINA KARAR VERMEK…
Tercüman Gazetesi'nden Sırrı Yüksel Cebeci, 23 Ocak 2008 tarihli yazısında kafasına göre bir “din” tarifi yapıyor ve bu tarifi “İslam” olarak sunuyor.
Yazısına, “elhamdülillah hepimiz Müslüman'ız” diye başladıktan sonra, “Allah'ın varlığına ve birliğine, Allah'ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanırız” diye devam ediyor. Böylece, dini sadece “inanç”tan ibaret sayıyor. Ardından, Allah katında “makbul insan”ın vasıflarını sıralıyor:
“Biliriz ki yalan söylemeyen, kötülük yapmayan, başkasının malında gözü olmayan, harama el uzatmayan, hak yemeyen ve ahlakı güzel olan insan, Allah katında en makbul kuldur.”
Allahu Teala, Kur'an-ı Kerim'de Allah katında insanın üstünlüğünün “takva” ile ölçüldüğünü beyan buyuruyor. Oysa Bay Cebeci, bu temel Kur'ani ölçüyü kenara iterek, inansın inanmasın, müslüman olsun olmasın, saydığı vasıflara uygunsa o insanın Allah katında makbul olduğunu ifade ediyor. Böylece, Allah'ın beyanını çiğneyerek, Allah adına karar veriyor.
Daha sonra İslam'ı tanımlamaya kalkışıyor ve diyor ki:
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Biz sadece din işlerini devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyoruz.”
“Bu sözle, bu ülkeyi kurtaran ve Cumhuriyet'i kuran Büyük Atatürk'e aittir” diye kendine destek de bulan yazar, böyleci İslam'ı “vicdanlara hapsedilmiş bir inanış” olarak lanse etme cüretini gösteriyor.
Bu tavrıyla, İslam'ın hayata dair siyasi, sosyal, hukuki, tedrisi, ailevi, ibadi ve benzeri bütün hükümlerini reddediyor. Oysa Allah adına “makbul insan” tipolojisi çizerken, Allah'ın, “takva” esasında insana “iman etmek ve salih amel işlemek” şeklinde bir hayat tarzı buyurduğunu dikkate almayıp İslam'a “vicdan hapishanesi”nde yer tayin ediyor.
Böylece; “yarım hoca dinden eder…” sözünün doğruluğunu bir kez daha teyit etmiş oluyor.
* * *
ASKER NE DüŞüNüR?
Radikal Gazetesi'nden M. Ali Kışlalı, 23 Ocak 2008 tarihli yazısında başörtüsü konusundaki son gelişmeler hakkında askerin ne düşündüğüne değiniyor. Diyor ki:
“Asker adına konuşmak kimseye düşmez. çünkü gerektiğinde onların adlarına konuşacak makamları, sözcüleri var. Ama bu konuda şimdi görüş açıklamalarına da gerek yok. çünkü bu işi daha önce defalarca yapmışlar…. Bu konularda taraf olduğunu, mevcut anayasal rejimin kırmızı çizgilerinin yanında durduğunu açıklamış…. Artık daha "Asker ne düşünüyor?" diye sormanın anlamı var mı?”
Evet, doğru. Kışlalı'ya katılıyorum; “asker ne düşünür?” diye sormanın anlamı yok.
çünkü;
Eğer bir devlet için “demokratik” deniyorsa, o devlette “askeri diktatorlük” yoksa, devlet yönetiminde olsun, yasama ve yürütmede olsun, aslında askerin ne düşündüğünün bir önemi yoktur.
çünkü;
Askerin vazifesi yasama faaliyeti değildir.
çünkü;
Askerin vazifesi yürütme ve yargı faaliyetleri de değildir.
çünkü;
Askerin vazifesi rejimi ya da siyasal sistem ve ideolojiyi beklemek de değildir.
çünkü;
Askerin vazifesi “ülke”yi beklemektir; ülke savunmasını yerine getirmektir.
Bundan ötürü;
Toplumsal bir mesele olan “başörtüsü” konusunda sorunun nasıl çözüleceğine ilişkin yapılacak işlemler silsilesinde, yasal düzenlemeleri Meclis yapar, icra faaliyetlerini Hükümet yürütür, sonuçta iş intikal ederse, Meclis'in yaptığı yasalara uygun olarak da yargı karar verir.
Yok, eğer işler böyle yürümüyorsa,
O zaman bu işin çivisi çoktan kaymış demektir.
* * *
OKULDA NAMAZ KILMAK MI, UYUŞTURUCU KULLANMAK MI?...
Milliyet Gazetesi'nden Melih Aşık, 23 Ocak 2008 tarihli yazısında, Radikal gazetesinin bir ilköğretim okulunda mescit açıldığına ilişkin haberi üzerinde duruyor. Bu vesileyle, “bir okur”unun telefonda Milli Eğitim Bakanı Hüseyin çelik'e sorduğu soruyu aktarıyor:
“Bakanlığınızın okulları denetlemekle görevli binlerce müfettişi var. Ben şimdiye kadar bu görevlilerin okullarda mescit açıldığına ilişkin bir tespitte bulunduklarına tanık olmadım. Bu tür olayların tümü gazeteler tarafından ortaya çıkarıldı. Acaba sizin müfettişleriniz ne iş yapar?”
öğrencilerin bir okulda namaz kılmaları, okulun namaz kılınacak bir yer tahsis etmesi üzerine basında kıyamet koparıldı.
Sanki ortada bir siç varmış gibi. Sanki öğrenciler yasa dışı bir eylemde bulunuyorlarmış gibi. Sanki bir “terör yuvalanması” varmış gibi. Sanki bu ülkenin halkının ekseriyeti müslüman değilmiş gibi….
Aslında bu tavır, bu ülkede İslam'a, müslümana, inanç değerlerine karşı yürütülen “düşmanlık”ın boyutlarını göstermesi bakımından çok önemlidir.
Ancak…
Bazı okullarda öğrencilerin namaz kılmaları karşısında kıyameti koparanlar, okul önlerinde uyuşturucu kullanılması karşısında nasıl bir tutum takınıyor acaba? Ellerini vicdanlarına koyup düşünsünler; bir öğrencinin namaz kılması mı, yoksa uyuşturucu kullanması mı onları daha çok rahatsız ediyor?
öğrenciler arasında uyuşturucu kullanımının yüzde 12'lere vardığı bir ülkede, namaz kılan bir tek öğrencinin uyuşturucu ya da içki gibi zararlı alışkanlıkaları olduğuna dair elde bir veri var mı?
Yok, bulamazlar.
Bu durumda;
Asıl üzerinde durulması gerekenin, öğrencilerimizi tehdit eden zararlı alışkanlıklara karşı savaş açmak olduğu ayan beyan ortada değil mi?
Bunun için;
Aslında öğrencileri zararlı alışkanlıklardan korumak için, onların manevi değerlerle yetiştirilmesi, dini ibadetlerini yerine getirmelerinin teşvik edilmesi gerekmez mi?
* * *
üRKüTEN MANZARA
Hürriyet Gazetesi'nden Tufan Türenç, 23 Ocak 2008 tarihli yazısında, başörtüsü rahatsızlığına farklı bir boyutla bakıyor. Kurguladığı bir olayla bakınız nasıl bir yaklaşım gösteriyor:
“Geçen gün iki hanım arkadaş gazeteye alı al moru mor geldiklerinde dehşete düşmüş bir haldeydiler. Feryat eder gibi "Korkunçtu, korkunç" dediler. Hepimiz heyecanla soruduk: "Ne oldu?" Nefes almadan anlatmaya başladılar: "Gazeteye gelirken otobüs garajının karşısındaki IKEA'ya uğrayalım dedik. İçeri girer girmez neye uğradığımızı anlayamadık. Kendimizi kara çarşaflı, türbanlı yüzlerce kadının arasında bulduk. Şaşırdık ve ürktük. çünkü bizden başka başı açık kimse yoktu. Hemen dışarı çıktık. çok kötü. Kendimizi İran'da sandık..."
Madem öyle, ben de başka bir olay anlatayım.
Geçen gün işyerimde bilgisayarla boğuşurken eşim içeri girdi. Alı al, moru mor bir halde, dehşete düşmüştü. Feryat eder gibi, “çok korkunçtu!” dedi. İşimin gücümün arasında, biraz da endişelenerek sordum: “Hayrola?” Nefes nefese anlatmaya başladı:
“Buraya gelirken IKEA'ya bir uğrayayım dedim. İçeri girer girmez neye uğradığımı şaşırdım. Birdenbire kendimi dekolte kıyafetli, iç çamaşırı dahi görünen yüzlerce kadının arasında buldum. İçlerinde tesettürlü olarak bir tek ben vardım. öyle şaşırdım, öyle ürktüm ki, sorma. Kendimi dışarıya zor attım. Ne kadar kötü bir şey. Yoksa bu ülke müslüman bir ülke değil mi, diye düşündüm…”
Şimdi bu iki yaklaşımı bir araya getirip inceleyelim. Sizce hangisi daha korkunç, hangisi daha ürkütücü?
Halkı müslüman olan bir ülkede tesettürlü kadınları gördüğünde dehşete düşen birinin tavrı mı, yoksa halkı müslüman olana bir ülkede inanç değerleriyle alay edercesine müstehcenliğin, dekoltenin teşvik edilmesi ve yaygınlaştırılması mı?...
(Faruk Köse)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.