Medya kritik

Medya kritik
Dikkat! Başörtüsü yasağı devam edecek!

Milliyet Gazetesi’nden Fikret Bila, 29 Ocak 2008 tarihli yazısında başörtüsü konusunda gelinen noktaya dikkat çekiyor ve yasağın kalkıp kalkmayacağını tartışıyor. “Türban devrim yasalarına uygun mu?” sorusuyla başladığı yazısında şöyle diyor:

“AKP ve MHP üniversitelerde türbanı serbest bırakacak Anayasa değişikliği konusunda anlaştılar. Ayrıca YöK Kanunu'nun ek 17. maddesine hüküm getirerek üniversitelerde takılabilecek türbanı, başörtüsüne yakın bir şekilde tarif ettiler. Böylece üniversitelerde bir kıyafet tanımı yasayla yapılmış oldu. "Kılık kıyafet" MHP'nin isteği doğrultusunda Anayasa'ya girmedi. Buna karşın 42. maddeye konulan ifadede "Yükseköğretim" sınırlaması yer almadı. Sınırlamalar, kanuna dolayısıyla iktidarlara bırakılmış oldu.... Anayasa Mahkemesi'nin 1989 tarihli ünlü kararı, türbanı da Anayasa'nın 174. maddesiyle koruma altına aldığı devrim yasalarına aykırı buluyor.... Gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Bu yasa (Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun) yürürlükteyken, dinsel inanç gereği örtüyü getiren dava konusu madde, açık biçimde lâiklik ilkesini güçlendirip koruyan kurallarla çatışmaktadır...." Anayasa Mahkemesi, türban serbestliğiyle ilgili olarak devrim yasaları açısından yaptığı incelemede şu hükme de varıyor:

"Demokrasiden yararlanarak lâikliğe karşı çıkışlar, din özgürlüğünün kötüye kullanılmasıdır.... Türk devrimi temeline oturan ve bu yapıda lâiklik ilkesine özel bir önem ve üstünlük tanıyan anayasa, özgürlüklere karşın lâiklik ilkesini özenle korumayı amaçlamış, bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak tanımamıştır. 174. maddede korunan lâiklik ilkesiyle, bu kapsamındaki devrim yasalarının amaç, erek ve içeriklerinin öngördüğü nitelikleri gözardı ederek, dinsel inanç gereğine dayalı bir düzenleme getiren dava konusu kural, Anayasa'nın 174. maddesine de aykırıdır."

Fikret Bila’nın yazdıklarına baktığımızda, durumun hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Zira, günlerdir tartışılan, toplumda büyük bir heyecanla “çözüm umutları”nın yeşermesine yol açan “başörtüsü yasağının kaldırılması çalışmaları”, adeta “dağ fare doğurdu” biçimini alarak sonuçlanmıştır.

çünkü;

Başörtüsü yasağının kaldırılmasına dair anayasal ölçekte bir düzenleme yapılmamıştır.
Yapılan düzenlemeler şöyle:

Madde 10: Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetlerinden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.

Madde 42: Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. öğrenim hakkının kapsamı ve kullanılmasının sınırları kanunla tespit edilir ve düzenlenir.
YöK Yasası Ek Madde 17: Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir. Hiç kimse başının örtülü olması sebebiyle yüksek öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz ve bu yönde uygulama ve düzenleme yapılamaz. Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.

Görüldüğü üzere, Anayasa’da yapılan değişiklikler, başörtüsü yasağının kaldırılmasını yasalara bırakmıştır. Yasa olarak da YöK Yasası’nın Ek 17. Maddesinde düzenlemeye gidilmiş ve başörtüsünün “şekli”, dikkat ediniz, “şekli, bağlama şekli” tarif edilmiştir.

Fikret Bila’nın yukarıda iktibas ettiğimiz açıklamalarına baktığımızda, Anayasa Mahkemesi’nin aynı gerekçeyle yeni yasayı iptal etmesi kuvvetle muhtemeldir; hatta kesin gibidir.

Ancak, velev ki Anayasa Mahkemesi iptal etmemiş olsun, bu durumda sanki başörtüsü yasağı kalkmış mı oluyor?

Kesinlikle hayır!

çünkü şu tarife bakın:

“Ancak başın örtülmesi, kişinin yüzü açık ve kimliğinin tanınmasına imkan verecek ve çene altından bağlanacak şekilde olması gerekir.”

Yani?

“İslam’ın tesettür emrine uygun biçimde” değil de…

CHP zihniyetinin savunduğu…

“Tesettür şartları”nı taşımayan…

Aslında bugün başörtüsü takan ve bundan ötürü okulunu bile terketmeyi mecburen göze alanların ihtiyaçlarını gidermeyen bir bağlama biçimi…

Şimdi söyleyin Allah aşkına, bunun anlamı, başörtüsünü serbest bırakmak mı, aslında daha da katı bir “biçimleme” getirerek yasaklamak mı?

AK Parti yöneticilerine buradan sesleniyorum:

Bu vebali nasıl taşıyacaksınız? “Serbest bırakma” adı altında “aslında yasaklama” yapmış olmanın vebalini…

Buradan duyarlı bütün müslümanlara da sesleniyorum. Meclis’i adeta “talep ablukası” altına alınız! Oylarınızla seçtiğiniz vekillerinizi ısrarla ve yoğun biçimde uyarınız. Eğer Meclis görüşmeleri esnasında önerge verilerek bu garabet düzeltilmezse, yani Anayasaya “kılık-kıyafet” ibaresi girmezse ve Ek-17. maddeye getirilen “çene altına bağlanma” şartı kaldırılmazsa, aslında başörtüsü yasağı kalkmış olmayacaktır. Sadece yeni bir çehreye büründürülerek yeni bir rotaya sokulacaktır, o kadar.
Peki, vebalini kim taşıyacak dersiniz?

* * *

”EKüMENİK PATRİK” İHANETİ VE HİLAFET
Hürriyet Gazetesi’nden Ertuğrul özkök, 29 Ocak 2008 tarihli yazısında Fener Rum Ortodoks Patriği’nin “Ekümenik” sıfatının Türkiye tarafından tanınacağını haber veriyor ve bunun ne kadar akıllıca bir yol olduğuna dair kanaatlerini açıklıyor. Diyor ki:

“Babacan, Türkiye gecesinde bazı işadamlarıyla sohbet ederken, Karamanlis’in ziyareti hakkında da bilgi vermiş. Anladığım kadarıyla, Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun açılması konusunda belli bir noktaya gelinmi.... Bunun karşılığında da Karmanlis’ten, Yunanistan’daki Türklere dernek kurma hakkının verilmesi istenmiş. Patrikhane’nin "Ekümenik" karakteri konusunda ise Başbakan Erdoğan, bugüne kadarkinden farklı bir yaklaşım sergiledi. "Ekümeniklik, Ortodoksların iç meselesidir" dedi. İkinci elden aldığım bu bilgiler gerçekse, Türkiye, bu konuda akılcı bir yola giriyor demektir.”

Anladığımız kadarıyla, Batı Trakya Türkleri’nin “dernek kurmaları” karşılığında hem bütün dünyaya papaz yetiştirecek Heybeliada Ruhban Okulu açılacak, hem Fener Rum Patriği’nin bütün dünyadaki Ortodoks Hıristiyanlarının de bir nevi Halifesi mahiyetini ifade eden “Ekümenik” sıfatı tanınacak.

Lozan Andlaşmasına göre sadece Türkiye’deki Hıristiyanların dini lideri konumundaki Patrik, birdenbire aralarında Rusya, Sırbistan ve Yunanistan’ın da bulunduğu bütün Ortodoks dünyasının dini lideri hüviyetini kazanacak.

Eğer bu olursa, siz seyreyleyin başımıza gelecek felaketleri! Zira, bugünkü uluslararası ilişkilerin getirdiği zorunluluklar da hesaba katıldığında, ülkemiz üzerinde pek çok devletin fiili müdahaleleri ve talepleri olacaktır. Bunların ardı arkası kesilmeyecek ve başta İstanbul olmak üzere, ülkemizin belirli noktaları (“Efes”, “Doğu karadeniz (Pontus)” vb.) özel statüler elde edecektir.

Böylece, bu ülkenin gerçek sahipleri olan müslümanların haklarının sürekli gasbedildiği bir zeminde, azınlıklar fiilen ayrıcalıklı bir sınıf olarak ülkenin iplerini ele geçirmiş olacaktır.
Eğer durum bu noktaya getirilirse, bunun adına “ihanet” denmez de ne denir?

* * *

“DİNSİZ BİLİM” öĞRETİSİ
Hürriyet Gazetesi’nden Mehmet Y. Yılmaz, 29 Ocak 2008 tarihli yazısında “dinsiz bilim”i savunuyor ve bu kapsamda, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasının sonuçlarını şöyle yorumluyor:
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, türban tartışmalarıyla ilgili olarak yaptığı tuhaf çıkışta üniversitelerin "inançların özgürce yaşandığı yerler" olması gerektiğini söyledi…. Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerinden ibadethane ile üniversiteyi birbirine karıştırdığı sonucuna ulaşıyorum. İnançların özgürce yaşanacağı yerler esasen üniversiteler değildir. üniversiteler bilimin özgürce yaşandığı ve yapıldığı yerler olabilir ki bu da zaten tanımı gereği "inançların" işin içine karıştırılmadığı yer anlamına gelir. Eğer üniversite laik bir kurum olarak ortaya çıkmamış olsaydı, bugün dünyanın dönmediğine inanıyor olurduk.... Atom çekirdeğinin parçalanamayacağına inanır, bugünkü yaşantımızı borçlu olduğumuz bilimsel gelişmelerin çoğunluğunu göremezdik bile. çünkü din adamları, inanca aykırı buldukları konuların araştırılmasını yasaklarlar, konuşulmasına bile izin vermezlerdi.”

Bu yazıyı yazan adam hakkında ne düşündüğünü sorsanız, İslam Dini hakkında az çok birşeyler bilen herkes, adamın ne kadar “zır cahil” olduğunu anlar.

Evvela, “bilimsel gelişmeler”in önünde “din”i bir engel olarak sunarken, bir yandan “dinsiz bilim” öğretisini savunuyor, bir yandan da verdiği örneklere baktığımızda, “din” diye ifade ettiğinin, aslında Batı’da bilimsel gelişmelere karşı çıkan Hıristiyan öğretisi olduğunu görüyoruz. Zahmet edip İslam hakkında küçük bir araştırma yapsa, bütün dinleri tek bir “din” kelimesinde bir potaya yerleştirip, sonra da “dinin bilimsel gelişmelere karşı durduğu”na dair gülünç gerekçeler öne sürmezdi.

üniversitelerin ibadethane olmadığını ifade ederken, üniversitede okuyanın inançlarından sıyrılması gerektiği, ibadetlerini terketmesi lazım geldiği fetvasını veriyor. Böylece, ibadetleri “ibadethane”lere hapsederek, İslam’ın “yeryüzünün mescit olduğu”na dair hükmünü reddetmiş oluyor.

Bunlara ilaveten, Kur’an’da dünyanın dönüşüyle, atomun parçalanmasıyla ilgili ayetlerin varlığından bile habersiz; dinin bilimsel gelişmeleri engelleyeceğini iddia ediyor.

Tabiî ki adamın kafasında “İslam” hakkında hiçbir bilgi bulunmadığından, bu konudaki cehaletinden ötürü cesur idialarda bulunması normal. Bu normal da, bir bilenin çıkap da cehaletini yüzüne vurduğunda nasıl rezil olacağını düşünemeyecek kadar düşünce özürlü olduğunu da görmüş oluyoruz böylece.

Bırakın dini kitapları, bilim tarihine şöyle bir baksa, bugünkü bilimsel gelişmelerin temelinde müslüman bilim adamlarının buluşlarının yer aldığını görebilirdi. İbn-i Sina’nın kitaplarının Avrupa’da yüzyıllarca tıp eğitiminde kaynak kitap olarak okutulduklarını, Biruni’yi, Piri Reis’i, Ali Kuşçu’yu… Daha nicelerini…
“Bilmeden yazanlar”ın bulunduğu bir ülkede, büyük bir “okuduğu halde bilmeyenler” kitlesinin oluşması kaçınılmaz bir sondur.

* * *

ANAYASA MAHKEMESİ İPOTEK ALTINDA MI?
Milliyet Gazetesi’nden Melih Aşık, 29 Ocak 2008 tarihli yazısında yeni başörtüsü yasasının Anayasa Mahkemesine gitmesi durumunda olacaklar hakkında kehanette bulunuyor. Diyor ki:

“Umutlar Anayasa Mahkemesinde!.. Türban üniversitede anayasa değişikliği ile serbest bırakılırsa CHP'nin bunu Anayasa Mahkemesi'ne götüreceği ve oradan iptal kararı çıkacağı düşünülüyor.”

Bunun anlamı ne? Henüz çıkmamış bir yasanın, açılmamış bir davası hakkında, Anayasa Mahkemesi yerine geçerek kararı açıklamak anlamına gelmiyor mu bu sözler? Yani şimdi bu beyzadeler Anayasa Mahkemesi üyelerini kontrol altında mı tutuyorlar, onların ne karar vereceğini kendileri mi dikte ediyor da sonucu şıp diye biliveriyorlar?

Bu durum, “Anayasa Mahkemesi ipotek altında mı” kuşkusuna yol açmıyor mu?

Anayasa Mahkemesi böyle bir kuşkuyu giderecek açık bir adımı bir an önce atmalıdır. Aksi halde, toplum vicdanında meşruiyeti tartışılmaya başlar. Eğer toplum vicdanında böyle bir kuşku kapısı aralanırsa, bunun sonucunu kimse kaldıramaz.

(Faruk Köse)

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.