Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Hicaz’daki dini perestroika

Hicaz’daki dini perestroika

Arap diyarında Türk dizilerinin yol açtığı rahneler ve tahribatlar diz boyuna ulaştı. Hergün ayrı bir gazeteye veya mevkuteye konu oluyor. En son, 3 Ağustos 2008 tarihli Washington Post konuyu baş sayfasına taşıdı: ‘A Subverse Soap Roils Saudi Arabia’ Yeni Türk dizileri muhafazakâr Suud toplumunu çalkalıyor. Tahripkâr dizi Suudi Arabistan’ı kızdırıyor. Ezher uleması, Suud uleması Türk dizilerine köpürüyor. ürdün vesair ülkelerin hocaları da aynı şekilde.

Bu dizilerin kırılgan hale gelmiş Arap toplum yapılarını kemirmesi, çözmesi ve sarsması gayet normal. Zira manevi dayanaklarından yoksun kalmış. Zira artık Arap toplumlarında boşanma oranları neredeyse yüzde 40’lar seviyesine gelmiş. Tavan yapmış. Rusya’da ise bu oranın yüzde 90’lara vurduğu söyleniyor. Bunlar, aileye ve kadının anneliğine ve erkeğin kavvamiyetine (aile reisliğine) yapılan sinsi ve sistematik psikolojik saldırıların acı meyvaları. Kadın dudak büküyor: “Pöh! Ben eve kapanım anne mi olacağım yani!’ diyor. Erkek de çıkıyor: “Pöh ömur boyu bir kadının kahrını mı çekeceğim, elini sallasan ellisi!’ diyor. Sonuç ailenin atomizasyonu. Bununla birlikte, Türkiye’nin Türk dizilerinden öte bir manası daha var. Burası Mevlana Celaleddin Rumi ve Bediüzzaman’ların da iklimi. Bu açıdan Moğollar Mısır kapılarına varıp dayandığında ve oradan Muzaffer Kutz ve Baybars tarafından geri püskürtüldüğünde bu hal derin bir mısraya konu olmuştur: “Türkler öyle bir kavimdir ki, zehirleri de panzehirleri de kendilerindendir...” Bu mısra bilahare tarihin muhallet mısraları arasında yerini almıştır. Bugün size Türklerin panzehir olma vasfını ve Türkiye’nin de ikinci manasını yazayım istedim. Şu an iki mana arasındaki çarpışma ve kavga doruk yapmış durumda.

***


öNCE BİR RüYA


İki ay kadar olmalı. Rüyamda bir gece Suudi Arabistan’ın güney taraflarındayım. Bilmediğim bir sayfiye şehri. Adeta Kuzuluk’a benziyor. Ben de sayfiye için gelmişim. Ahşap konaklar görüyorum ve orada kalıyorum. Hayal meyal ahşap mescidden çıktıktan sonra küçük bir derenin kıyısına varıyorum. Orası şehrin tam ortası. Derenin üzerinde yine ahşaptan bir köprü var. Derede bir miktar su bulunuyor. Derenin üzerinden geçerken hayret ediyorum ve kendi kendime: ‘Arabistan’da da dere veya nehir olur mu?’ diyorum. Küçük ve sevimli köprü üzerinden dereyi geçiyorum ve oradan biraz ileriye uzanıyorum. Bir de bakıyorum ki derenin gerisinde sanki büyük bir umman var. Deniz mi, okyonus mu belli değil. Hayret ediyorum. Onun kenarına kadar geliyorum. Kenarında her tarafı yeşilliklerle bezenmiş asfalt tarafı bile yeşil olan bir yol çıkıyor önüme. Ufuk boyunca bir uzantı. Burada eşimle birlikte üstü açık bir kamyona biniyorum. Denizin kenarındaki yeşil yol üzerinden Anadolu’ya ve Akşemşeddin’in yanına Göynük’e gidiyormuşuz. Yarı yolda yanımıza birkaç köylü kadını daha biniyor. önce bunlar malayani işler yaparlar diye endişeleniyorum sonra endişelerim zail oluyor...”

Bu halde rüyadan uyanıyorum. İlk yorumum denizin maneviyatı temsil etmesi oldu. Rüyayı, ahirzamanda Arabistan’ın manevi iklimini Anadolu’nun yoğuracağına hamlettim. Zira Anadolu’dan Hicaz’a değil Hicaz’dan Anadolu’ya geliyorum. Ve kaynağı Anadolu’da olan bir yüce ve ulu nehir Arabistan’ı suluyor. Manevi iklimini yeşertiyor. Yoksa onun cılız suyunun oraları beslemesi imkan harici.


RüYANIN HAKİKAT PERDESİNDEKİ TECELLİSİ


Bu yazıyı kaleme almadan birkaç gün önce telefonum çalıyor ve bir Suudi Arabistan’lı çıkıyor karşıma. Ben mutad veçhile Arap kanallarından arandığımı düşünüyorum. O ise kendini takdim ettikten sonra birisinin tavsiyesi üzerine aradığını söylüyor. Durum değişiyor. Taşrada olduğunu ve İstanbul’a geldiğinde benimle görüşmek istediğini söylüyor. Ben de ‘memnuniyetle olur’ diyorum. Sonra Cumartesi günü evden ayrılmadan yine telofonum çalıyor. Karşımda neredeyse unuttuğum bu zatın sesi var. Bir takım Arapça Risale-i Nur almak istediğini söylüyor. Ben de gazetede işlerimin olduğunu ve işlerimi bitirir bitirmez Sultan Ahmed’e damlayacağımı ve gelip kendisine yardımcı olabileceğimi söylüyorum. Bana kendisinin gelmek istediğini söylüyor. Gazetede Arapça takım olmayacağını düşünerek Nesil’den temin edebileceğimizi düşünüyorum. Ona kısa bir yol tarifi yapıyorum. Evden çıkmadan yine telefon çalıyor ve Nesil’de beni beklediğini söylüyor. Ve nihayet buluşuyoruz. Otuz yaşlarında bir genç. Arap Dili ve Edebiyatı mezunu. Dört ay önce eski adalet bakanlarından birisinin oğlu olan ve halen BAE’de ikamet eden bir şeyhle tanıştığını söylüyor. Şeyh bunu yönlendiriyor ve önce Kahire’ye gidiyor ve burada Mesnevi’nin Arapça çevrisini ediniyor. Zira hocası öyle tavsiye ediyor.

İkinci gördüğü ülke ise Türkiye. Mısır, Arap bölgesi olmasına rağmen Türkiye’de daha rahat ettiğini söylüyor. Hocası buna Türkiye’ye gitmesini ve Mevlana’yı ziyaret etmesini öğütlüyor. Hocasına diyor ki: “İyi de hocam, Türkçe bilmiyorum yeteri kadar İngilizce de bilmiyorum. Sonuçta Türkiye bir Arap ülkesi değil.” Bu sözlerle zorlukları hatırlatıyor ve zımni olarak itiraz ediyor. Hocası üsteliyor: “Hiç endişelenme ve tereddüt etme ve sadece yola koyul. Orada hep iyilikler ve güzelliklerle karşılaşacaksın...”

Adam atlıyor uçağa ve geliyor Türkiye’ye ve 13’üncü günü de bizimle tanışıyor. Kapadokya, Pamukkale ve Konya ziyaretleri sırasında Hoca’sı telefonla kendisine bir adet Arapça Risale-i Nur edinmesini tavsiye ediyor. Hasbe’l kader görüştüğü adamlar da benim cep telofonumu veriyor. Telefon trafiği sonucunda kendisiyle Nesil’de buluşuyoruz ve derin bir sohbete dalıyoruz.

***

Bize Hicaz’la ilgili bilmediğimiz ve ilginç şeyler anlatıyor. Onun anlattıklarından; 11 Eylül sonrasında ve bilhassa Abdullah’ın kral olmasından sonra, ülkenin, fiilen bir dini perestroika dönemi yaşadığını çıkartıyoruz. 11 Eylül ve sonrasını İbrahim Hakkı Hazretlerinin Tefviznamesindeki gibi yorumluyor: Rubbe darratin nafia. Yani: Hak şerleri hayreyler, görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler. Bunun sonucunda Suud ulemasının karşı olmasına rağmen Kral Abdullah dinler arası ve mezhepler arası diyalog toplantıları tertip ediyor. Dini konulardaki insiyatifi ilk defa Vehhabi ulemanın elinden alıyor. Türkiye’deki CHP devirlerinde olduğu gibi Hicazlıların gizli gizli mevlit okutmaları alenileşiyor ve yasak kapsamından çıkıyor. Risale-i Nurlar da aynı şekilde yasak kapsamında iken Hicaz’da basılma aşamasına geliyor. Tasavvuf ve Eş’arilik yerleşik ulema geleneğinin itirazına rağmen çok hızlı bir şekilde yayılıyor. Ruhi kuraklık çölü bu sayede aşılmaya çalışılıyor.

Rüyamızın tecellisi olan Hasan da bu değişim kuşağından birisi. Kendisi Asir asıllı ama aynı eğitim sürecinden geçmiş ve son sıralarda reddi mirasla Vehhabilik anlayışını terketmiş. O Hicaz’daki perestroika’nın çocuğu idi. Ve yeniden doğuşu bu topraklarda arıyordu ve hocası ona bu toprakları tavsiye etmişti. Mevlana’nın izleriyle ilk defa Kahire’de tanışmış ve o izler onu Anadolu’ya sevketmiş ve bağrına taşımıştı. Suudi Arabistan, tarihindeki en büyük fikri ve ruhi çalkalanmayı yaşıyor. Ve bu çalkalanma sonucunda Vehhabilik durulacak, Cadde-i Kübraya avdet edecek ve yeniden büyük fustat’a yani çadıra katılacak. Bu satırları bitirirken o ülkesine dönmek üzere uçağa binmek üzereydi. Anadolu’nun Akşemseddin’in manevi iklimini Hicaz’a taşıdığından şüphe edilemez. Hasan gibi arkadaşlar kaderin cilvesiyle Anadolu ile Hicaz arasındaki manevi köprüyü dokumakla meşguller. Manevi iklim derinlerde sümbülleniyor. Kuvveden file çıkma mevsimine eriyor.



Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi