Mustafa Özcan

Mustafa Özcan

Meşruiyet ile uzlaşma arasında

Meşruiyet ile uzlaşma arasında

Bazıları Şia karşısında meşrûiyet çizgisi ile uzlaşma çizgisini birbirine karıştırıyorlar. Yaklaşım tutturamıyorlar. Geniş fezada uzlaşma arayışı hiçbir zaman karşı kutba meşrûiyet vermez. Uzlaşma veya mukabakat teorik değil, pratik bir meseledir. Hakikatler üzerinden zıplayarak ve atlayarak uzlaşma sağlanamaz. Geleneksel olarak Şia’nın Sünnileri etkilediği hususların başında Ehl-i beyt meselesini sahiplenmesi geliyordu. Geleneksel Şii dailiği propagandasında bu esasa istinat ediyordu. Halbuki ‘Aleviler’ adına yapılan kalkışmalarda Malik Eşter ve oğlunun haberlerini izlediğinizde Alevilik adına nasıl bir pratiğin ve istismarın geliştiğini görebiliyoruz. Haklı bir dâvânın haklılığını kaybettiğinde nasıl kendi paralı ve profesyonel askerlerini ürettiğini görebiliyoruz. Bundan dolayı Şiilik adına yapılan kalkışmalar yıpratıcı olmuş, ama düzen kurucu olamamıştır. Çünkü tez değil karşı tezdir. Karşı tez olmaya başladığınızda da idealizm noktasını aşıyorsunuz. Ali sevgisi için değil bütün mücadeleniz Ömer buğzu namına ve hesabına geçiyor.

Günümüzde ise propaganda mekanizmasının sikleti, Ehl-i beyt noktasından siyaset alanına kaymıştır. Bu noktada Şia, doğrudan yapamadığı Şii propagandasını Hizbullah ve eylemleri üzerinden pratize etmektedir. Hizbullah İsrail’e mücadeleden ziyade Sünni dünyaya yönelik propaganda mekanizmasından başka bir şey değildir. Siyasî bir maskedir. Öyle ki, Amerikalılar Sünni ülkeleri işgal ediyor. Sünni ülkeler ABD’ye düşmanlıkta ileri gidiyor, ama nasıl oluyorsa parsayı hep İran topluyor. İmad Muğniye’nin eğittiği Mehdi Ordusu’nun ölüm mangaları Irak genelinde Amerikalılarla kardeş kardeş geçinirken veya birbirini görmezken Sünnilere yönelik kimlik katliamı yapmaktaydı. Yine Nasrallah’a özenen gel-git Mukteda sıkıştığında İran yerine daha ziyade Lübnan’a sıvışıyor ve burada Hizbullah tarafından ağırlanıyordu. Dolayısıyla Irak’ta Lübnan’da farklı rolleri çok başarılı bir şekilde icra ediyorlar. Ama Beyrut saldırısıyla birlikte süngüleri ebediyen düşmüştür. Sözde Amerikan dostu Sünni yönetimler ve rejimler bozgundan bozguna uğruyor. Nal topluyorlar. Hizb-i İran ise işbirliği yaptığı ve ‘direndiği’ her yerde kazanıyor! Burada bir çelişki ve hesap hatası yok mu? Amerikan dostu Pakistan’da Amerikan düşmanlığı had safhaya ulaşmışken Amerika düşmanı İran’da halkın kahiri ekserisi Amerikan dostudur! Nasıl oluyor? En azından devlet Amerikan düşmanlığı yaparken Şii kitlelerin Sünni kitleler gibi Amerikan düşmanlığıyla bir alıp veremediğinin olmadığı görülüyor. Dolayısıyla Şii kitlelerin Amerikan düşmanlığıyla bir alakası yok. Sadece rejimlerinin siyasî hesapları var. Bundan dolayı Bernard Lewis Idrak’ı tahlil ederken aynen bir Hizb-i İran mensubu gibi analiz yapıyor. O ve Şimon Peres milliyetçi İran halkına selâm çakıyor (Q&A: Bernard Lewis on İslam’s crisis, september 20. 2008). Peki İran rejimi hangi halk namına çalışıyor?

Ehl-i beyt istismarından sonra siyasî istismar üzerinden Sünni kitleleri ayartma dürtüleri karşısında uyanık olmak gerekiyor. Elbette bu hususta duyarlı olurken diğer taraftan da Sünni aydınların ve liderlerin Batılılaşma temayülünü aşmaları gerekiyor. Batılılaşan Sünni kadrolar ve fasit yöneticiler daima Hizb-i İran ve teşeyyü dalgaları ve benzerleri karşısında savunmasızdır ve yenilgiye mahkumdur. Beyrut’ta olduğu gibi. Dolayısıyla projesiz ve programsız bir mukabele mümkün değildir. Bunun için Ehl-i beyt meselesinde ve siyasî meselede Sünni dünya eksikliklerini gidermeli ve boşlukları doldurmalıdır.

***

Fedakârlık karşısında hedonizm bir hiçtir. Bununla birlikte bu saydığımız eksiklikler karşı tarafın avantajı olsa bile haklılık ve meşruiyet kaynağı değildir. Bir şey kendi içinde tutarlı veya haklı olur veya olmaz. Her sistemin meşruiyetini kendi doğrularından alır. Başkalarının yanlışlarından veya eksiklerinden almaz. Sünnilerin zafiyeti Şiilerin gücü olabilir, ama onların haklılığını ispat etmez. Meşruiyet çizgisi iç etkenlere bağlıdır. Dış etkenler meşruiyet sağlamaz. Cenab- Hak tarihte nice ehl-i hak ve hakikat ehlini zalimlerle terbiye etmiştir. Bu itibarla, takrip meselesi veya diyalog meselesi hiçbir şekilde teşeyyünün zemini olarak görülemez ve görülmesine müsaade edilemez. Uzlaşma çizgisi meşruiyet çizgisi olamaz. Bu bağlamda, Şiiler örümcek evinden daha zayıf olan Mahmut Şeltüt’ün fetvasından medet umuyorlar ve bunu meşruiyetlerine gerekçe olarak takdim ediyorlar. Burada Şeltüt, İbaziye ve Zeydiye mezhebi gibi mezheplerle birlikte sadece İsna Aşeriyye’nin Caferiyye olarak da anılan fıkhi kolunu taabbüdle sınırlı olarak geçerli saymıştır. Onun akaid ve usulünü geçerli saymamıştır. Fıkhî tarafını da kayıtlı yani sınırlı ve sorumlu bir şekilde geçerli saymıştır. Yani mutlak anlamda değil. Bunu uzlaşma adına yapmıştır. Bununla birlikte Şeltüt kesinlikle Şia mezhebinin bir rüknü olan mut’a nikâhına cevaz vermemiştir. Aksine kat’i haramlılığı noktasında diğer Ehl-i sünnet âlimleriyle tam tamına mutabıktır. Zaten benzeri nedenlerden dolayı Hanefi Müftüsü Muhammed Haseneyn Mahluf, Şeltüt’e itiraz etmiş ve mut’a nikâhı ve benzeri nedenlerden dolayı Caferiye mezhebinin meşrûiyetine kail olunamayacağını dile getirmiştir. Yani Şeltüt’ün Şii mezhebine göre taabbüde cevaz vermesi Şii mezhebini bütün yönleriyle; usul ve furuusuyla benimsediği veya meşru gördüğü anlamına gelmemektedir. Bu husus iltibasa yer vermeyecek kadar sarih ve açıktır. Bediüzzaman’ın Cevşen duasına sahip çıkması veya Hasan el Benna’nın Şii alimleriyle takrib konusunda mutabakata varması da fer’î bir mesele veya dönemin şartlarıyla alakalı bir durumdur. Hasan el Benna, Said Havva’nın yerinde olsaydı muhakkak ki aynı tutumu gösterirdi. Said Havva da Hasan el Benna’nın yerinde olsaydı o günün behrinde belki de aynı tavrı gösterirdi. Bu bağlamda meşruiyet çizgisi başka uzlaşma çizgisi daha başkadır. Bundan dolayı birisi uzlaşma adına diğeri siyasi nedenlerle (Mehdi Akif gibi) onlar üzerinden ehl-i bidat fırkası vasfını kaldırıyor. Ne hakla? İkisini birbirine karıştırmak ya cahillerin ya ahmakların ve ya da yapıcılık adına yıkıcıların, birlik adına tefrikacıların yolu ve yöntemidir. Bu açıdan Hasan el Benna’nın bu ihtilafta çizgisini onun resmi halefi olan Muhammed Mehdi Akif değil Yusuf Kardavi temsil etmektedir. Zaten Akif de Şia’yı tamamen akladığı Ed Dustur gazetesindeki konuşmasında takrip ve diyalog konularında Yusuf Kardavi’nin kendileri gibi düşündüğünü ikrar etmektedir.

Burada yine başka bir yanlış, yöntemle sonucu birbirine karıştırmaktır. Eğer uygulanan yöntem amacına ulaşmıyorsa başka bir amaca ulaşıyorsa kullanılan yöntem bu seken amacı meşrûlaştırmaz. Yani takrib, takiyye ve siyasi tavlama üzerinden yakınlaşma yerine teşeyyü üretiyorsa bundan tavakkuf edilir. Çünkü hile şartlardaki eşitliliği ortadan kaldırmaktadır. Zira iyi niyete istismar bulaşmıştır. Bu durumda, yöntem istismara konu olduğu için talik edilir. Zaten Yusuf Kardavi de bunu savunmakta ve teşeyyü varken takribin ve diyaloğun olmayacağını söylemektedir. Aynen Bediüzzaman’ın dediği gibi mütecaviz ve haddi aşan tavırlar karşısında ikna yöntemi geçerli olamaz. Aksi takdirde, aç ayıya tahabbüb göstermek gibi olur ki, ancak bu aç ayının iştahını kamçılar. Tecavüze karşı yöntem caydırıcı tedbirlerdir. Bu bakımdan Ezher Şeyhi Seyyid Tantavi ve Suud Müftüsü Abdulaziz Al-i Şeyh’in tutumları ilkesel değil, siyasî ve pragmatiktir. Al-i Şeyh müfrit bir makamdan Tantavi de tefrit makamından seslendirdiği konuşmasına rağmen aynı noktaya varmaları ilginç değil midir? Bunda hakikatin payı mı yoksa İran’ın gücü ve bu gücü dikkate alan yönetimlerin etkisi mi var? Dolayısıyla hiç bir resmi ciheti temsil etmediği için Kardavi’nin tavrı hem daha samimi ve hem daha gerçekçidir ve tamamen doğruları yansıtmaktadır. Abdulaziz Al- Şeyh ve Seyyid Tantavi’nin Şii-Sünni alimler arasında sical/bitmeyen tartışmalara gerek olmadığını ve buna bir son verilmesini istemeleri şayan-ı hayrettir. Kardavi’nin söyledikleri gerçekse o taktirde sonuç alıncaya kadar sical devam etmelidir. Ancak böyle bir tehlike mevzubahis değilse sicale son verilebilir. Suud ve Mısır’ın resmî kurumlarından gelen bu muvazaalı açıklamalar Fadlallah’ın çok hoşuna gitmiş ve tebrikler yağdırıyor. ‘Gücümüz birliğimizde yatar’ diyor ve öyleyse biz de kendisine soruyoruz: Azınlık olarak yüzyıllardan çoğunluğa niye tabi olmamışlar da kâh Osmanlı’yı, kâh başkalarını küffar karşısında zayıflatmışlardır? Uzlaşma isteyen Fadlallah Şeltüt’ün fetvasını hatırlıyor, ama Ahmet Mansur veya Osman Osman sorduğunda ‘Size göre de Sünni mezheplerle amel edilebilir mi?’ sorusunu kaç defa taça göndermişti! Siz karşı tarafı tekfirciler diyeceksiniz ve sonra da gizliden gizliye tekfire devam edeceksiniz. Sünnî fıkhi ekolleri kendilerine musavi ve eşit görmeyenler aynı mezheplerin mensuplarından kendilerini meşrû addetmelerini istiyorlar? Ne yaman çelişki ve istismar! Ne zaman birbirimizi kandırmaktan vazgeçersek o zaman birlik yoluna sülûk etmiş oluruz. Birlik dürüstlükten geçer… Kardavi’nin ve Buti gibilerinin dediği gibi birliğin önündeki en büyük engel takiyyedir. Bu da Şia’nın en büyük usullerindendir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Özcan Arşivi