Seyit Mehmet Şen

Seyit Mehmet Şen

DEMOKRASİ ÇERÇEVESİNDE KÜRT AÇILIMI/8

DEMOKRASİ ÇERÇEVESİNDE KÜRT AÇILIMI/8

Suçu bağışlayan soyludur; ama özür dileyen daha soyludur/A. Daudet
Doğru olan işi yapmak, işleri doğru yapmaktan daha önemlidir/B.Drucker
Davanıza bir adam kazandırmak istiyorsanız, önce onu samimi arkadaş olduğunuza inandırmalısınız/ Abraham Lincoln
Büyüklük ve sıradanlık arasındaki fark, genellikle bir insanın hatalarını nasıl değerlendirdiğinde yatar/ Nelson Boswel
İdare edilmesi gereken kimseleri idare etmeyen kimse, akıllı bir kişi değildir/İmam-ı Azam

1.
Ülkeyi yönetenlerin her zaman olduğu gibi akıllarına geldiği şekilde, pek fazla düşünmeden söyledikleri “Kürt açılımı” kavramıyla ilgili olarak bugüne kadar yazdığım yedi yazı çerçevesinde bu ülkenin ana unsurunu oluşturan ve bu ülkeye ismini veren Türk’ler adına kimilerinin (özellikle ne mutlu Türk’lerin) yine bu ülkenin asli unsurlarından olan Kürt kardeşlerimize yaptıkları asimilasyonu (kavimlerin, kabilelerin, aşiretlerin, boyların, soyların, ailelerin ve kişilerin kökleriyle bağlarını kesip, onları topyekun köksüzleştirme, sapsızlaştırma, ipsizleştirme ya da bir zamanlar Rus’ların Kırgız Türk’lerine yaptıkları gibi bir nevi mankurtlaştırma eylemini) bütün boyutlarıyla örneklendirerek ortaya koymaya çalıştım.
Bu arada, asimilasyon eyleminin yapılmasında ve bu çerçevede yapılan uygulamaların hiç birinde Türk’lerin dahli olmadığı halde, işlemler Türkiye coğrafyasında, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre ve işin doğası gereği Türk’ler adına yapıldığı için, suçlu sandalyesine hep kendilerini Türk olarak tanımlayan kişilerin oturtulduğunu da özellikle belirtmiştim.
Böyle yapmakla sadece bu güzel topraklarda bin yıldır birlikte yaşayan, et-tırnak misali iç içe geçen, değil birbirlerinden ayrılmalarının düşünülmesi, böyle bir şeyin hayal edilmesinin dahi mümkün olmadığı iki kardeş kavim arasına ayrılık tohumları ekilmek istendiğini ve bunda da belli ölçüde de olsa maalesef başarılı olunduğunu kaydetmiştim.
Bu arada bilhassa belirtmeliyim ki, istedikleri eğer bu idiyse, 27 Mayıs’ın yeniçeri artığı gece yarısı baskıncıları ile Netekim Paşa başta olmak kaydıyla 12 Eylül darbecileri, ya da cowboyların nam-ı diğer sığır çobanlarının “bizim çocukları” (our boys) eserleriyle ne denli övünseler azdır.

2.
Gerçekten de, Türk’leri ve Kürt’leri birbirinden ayrı, birbirinden farklı iki kardeş millet olarak düşünmek, devşirme demagogun kelimeleri eze eze konuştuğu o enfes Türkçe’siyle “fevkalade” yanlış olur. Çünkü Türk’ler ve Kürt’ler İslâmın çerçevesinde yer almış, farklı kavimler olmalarına rağmen tarih boyu birbirlerine sımsıkı sarılmış bir tek millettirler.
Bir başka deyişle Türk’ler ve Kürt’ler bir milletin içinde varlığı belirgin iki ayrı kavim oldukları halde, bu güzel topraklarda bin yıldır bir ve beraber olmuşlar, huzur ve barış içinde kardeşcesine yaşamışlar ve inşallah kıyamete kadar da böyle yaşamaya devam edeceklerdir.
Bu dileğim kuru bir temenniden ve boğazdan aşağı geçmeyen boş bir duadan ibaret sanılmamalıdır. Çünkü Türk’lerin ve Kürt’lerin anatomisi yani genleri, kromozomları, hücreleri, dokuları ve organları bir karışım olarak bir arada değil, bir bileşim ya da bileşik olarak bir aradadır. Biraz kimya okuyanlar bilirler ki, karışımları zor da olsa birbirinden ayırmak mümkün olsa da, bileşimleri/bileşikleri birbirinden ayırmak zor değil, imkânsızdır.
Bu iki kavim neden ve nasıl olmuştur da kimyasal bir bileşim haline gelmiştir diye mi soruyorsunuz?
Bunun nedenleri öylesine çoktur ki, saymakla bitmez...
İsterseniz hemen akla geliveren birkaçını sıralayıverelim:
Bütün yeryüzü coğrafyasını ince eleyip sık dokuyarak gözden geçirin..
Bakın bakalım, dünyanın hangi coğrafyasında ya da hangi ülkesinde Türk’ler ve Kürt’ler kadar birbirlerinden yüksek oranda kız alan ve birbirlerine yüksek oranda kız veren iki ayrı kavim bulabileceksiniz?
Gerçekten de bunlar nasıl iki ayrı kavimdir ki, toplumun en temel birimi olan ve milletleri devletli olmaya götüren ailelerin/ yuvaların kurulmasında birbirlerine karşı en ufak bir çekince göstermemektedirler?
Böylesine bir aşinalık nedendir acaba; hiç düşündünüz mü?
Çünkü bu iki kavim Alpaslan’ın, Selahaddin-i Eyyubi’nin ve Yavuz’un ordusunda beraber oldukları gibi; Çanakkale’de, Dumlupınar’da ve Sakarya’da da beraber olmuşlardır. Bilinen tarih içinde birbirlerinden hiç ama hiç ayrılmamışlar; tasalarını ve kıvançlarını hep beraber yaşamışlardır. Düğünlerini birlikte yapmışlar, cenazelerini birlikte kaldırmışlardır; hem de ne mutlu türklerin yaptıkları gibi alkışlayarak değil, dualar edip birbirlerine sımsıkı, sımsıcak sarılıp kenetlenerek yapmışlardır bu eylemlerini...
Bu iki kavim, aynı milletten (küfür milletinden) olan kimi batılı kavimlerin birbirlerini tarih sayfasından silecek ölçüde yaptıkları savaşlara benzer savaşlar yapmadıları gibi; tarihin hiçbir döneminde birbirlerine karşı topyekun bir cephe savaşı bile yapmamışlardır.
Daha açık bir ifadeyle, tarihin değişik dönemlerinde kendilerini Türk olarak tanımlayan kavimler, hem de düşmanlarının ekmeğine yağ sürecek biçimde birbirlerini yok edercesine savaşırlarken (Örneğin Osmanlı’nın Batıya gidişini durduran ya da Rusya’yı bunaltan Altınordu devletini yıkan Timur’un savaşları gibi); iki ayrı kavim olan Anadolu Türk’leri ile hemen yanı başlarında yaşayan Anadolu Kürtler’inin birbirleriyle bu tür bir savaşları hiç mi hiç olmamıştır.
Çünkü bu iki kavim, aynı milletten (İslâm milletinden) olduklarının şuurundadırlar. Bu şuuru onlara verenler ise isimleri saymakla bitmeyecek kadar çok olan gönül adamları, gönül erleri, daha da doğrusu Allah dostlarıdır. Hiçbir Türk manen yararlandığı, dizi dibinde oturmaktan büyük zevk aldığı bir gönül erinin, bir mürşid-i kâmilin Kürt olup olmadığına bakmadığı gibi; hiçbir Kürt kardeşimiz de gönlünü bağlayıp manen teslim olduğu bir Allah dostu’nun Türk olup olmadığına bakmamıştır. İsterseniz yakın zamanın güzel insanlarının çevresinde harelenen kişilere bir bakıverin...
Türk’ün çevresinde Kürt’ü, Kürt’ün çevresinde Türk’ü görürsünüz...
İki bedende tek yürek gibi ya da tek bedende iki yürek gibi...
Şunu iyi bilin ki Türk’ler ve Kürt’ler ruh ikizidirler...
Fakat ruhu bilmeyen, ruha inanmayan, ruhu anlamayan, ruhtan haberi olmayan nasıl bilsin ruh ikizinin nasıl bir şey olduğunu...
Ruh ikizinin nasıl bir şey olduğunun daha iyi anlaşılması için, kısacık bir anımı anlatsam, ne dersiniz?
Terörün kol gezdiği, doğu ve güneydoğu’nun kırsalına hâkim olduğu bir dönemden geçmekteyiz. Eşim ve çocuklarımla birlikte geceyi geçirdiğim Hilvan’dan Diyabakır’a, oradan Van’a doğru özel arabamızla gidiyoruz. Günlerden Cuma... Namazı kılmak için Silvan’ı planlıyoruz; fakat yolumuz bir köyün tam yanından geçerken öğle ezanı okunuyor. Arabayı caminin hemen yanındaki bir evin önünde durduyor ve hiçbir şey düşünmeden evin kapısını çalıyoruz. Kapıyı açan ev sahibesi konumundaki genç kıza eşim ve kızımı emanet ediyor ve üç oğlumla birlikte camiye giriyoruz. İmam kürtçe vaaz ediyor. Yıllardır Van’da olmama rağmen ilk kez kürtçe vaaz dinliyorum. Elbet tek kelimesini anlamıyorum. Tıpkı doğu ve güneydoğu’nun kırsalında oturan belli yaştaki insanların türkçe edilecek vaazı anlamayacakları gibi... İmam doğal olarak hutbeyi de kürtçe okuyor. Namazdan sonra cemaatle vedalaşıp yolumuza devam ediyoruz.
İşte ruhu olanlar, ruha, ahirete ve ahiretteki hesaba inananlar için ruh ikizliği budur.

3.
Evet Türk’ü Kürt’ten, Kürt’ü Türk’ten ayıramazsınız. Çünkü Halık-ı Zülcelal, bilişsinler ve tanışsınlar diye onların dışlarını, yani derilerini, yani görünüşlerini Türk ya da Kürt ya da Çerkez ya da bir başka kavimden yaratmıştır. İçlerini, yüreklerini, gönüllerini ise bir milletin fertleri olarak yaratmış ve onlara abd/abid/ibadet eden/abdullah adını vermiştir.
Evet o dehşetli hesap gününde kadınıyla erkeğiyle Allah’ın nazarında herkes, her insan birer “abd”dir, birer abdullahtır yani Allah’ın kuludur. İsimleri, cisimleri, cinsiyetleri, kavimleri, kabileleri, boyları, soyları, sülaleleri ve aşiretleri ne olursa olsun...
Gerçekten de ne güzel şeydir birer “abd” olarak Allah’ın huzuruna çıkabilmek ve Zat-ı Kibriya’nın “kulum” dediklerinden olabilmek...
Söz buraya gelmişken bir gerçeği daha belirtmeden nasıl geçeyim ki?
Allah’tan başkasının kulu olanlar; tıpkı cahilî dönemin Kureyşlileri gibi, hatta kimi zaman onlardan da beter olacak şekilde gönüllerine Allah’tan gayrısını ilah olarak yerleştirenler, ne bilsinler en büyük mutluluğun Allah’a kul olmaktan geçtiğini ve en büyük hürriyetin Allah’a kul olmakla elde edilebileceğini...
Gerçekten de hevasını tanrı edinenler burada söylediklerimin hiç birini anlamazlar. Çünkü Kur’an’ın ifadesiyle onların “kalblerine ve kulaklarına mühür vurulmuş, gözlerine ise perde çekilmiştir”.
Evet o dehşetli din gününde, bağrışıp çağrışma gününde, her şeyin inceden inceye birbirinden ayrılacağı o fasıl gününde Türk, Kürt, Çerkez ya da bir başka kavimden olmanın hükmü de, kıymeti de, değeri de kesinlikle olmayacaktır. Ne Türk Türk’ü, ne Kürt Kürt’ü, ne Çerkez Çerkez’i yardıma çağıramayacak ve herkes O Güzel Nebi’nin sancağı altında yer edinmenin telaşıyla “nefsî, nefsî” diyerek sağa sola koşuşturacaktır...
Ne var ki herkesin birbirinden kaçtığı, herkesin nefsinden başkasını düşünmediği, daha doğrusu düşünemediği o gün sadece birbirlerini Allah(cc) için sevenlerin bir diğerine yardımı dokunacaktır.
Ve ben o dehşetli günde, Allah’ın dilemesiyle, dualarımda isimlerini tek tek andığım ve kendilerini Allah için sevdiğim Bediüzzaman Said-i Nursi’nin, Ahmet Hani’nin, Muhammed Esad Erbili’nin, Abdulhakim Arvasi’nin, Muhammed Raşid’in ve benzeri Allah dostu Kürt büyüklerinin yardımını alacağıma inanıyorum. Aynı şekilde Kürt kardeşlerimin de Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun, Mehmed Zahid Kotku’nun, Süleyman Hilmi Tunahan’ın, Alvar’lı Mehmed Efendi’nin ve benzeri Allah dostu Türk büyüklerinin yardımlarını alacakları gibi...
O gün en büyük nimet O Güzel Nebi’nin “ümmetim” dedikleri arasına girebilmektir. Bunun için de gerekli olan şey Türk, Kürt, Çerkez, Abaza, Boşnak, Arnavut ya da başka bir kavmin mensubu olmak değil, İslâm milletinden olup, takva sahibi olabilmektir.
Kesinlikle başka bir şey değil...
Gerisi, eskilerin deyimiyle, laf-ı güzaftır...
Bu gerçeği O Güzel Nebi’nin diliyle söyleyecek olursak:
“Arab’ın Arab olmayana üstünlüğü olmadığı gibi, Arab olmayanın da Arab olana üstünlüğü yoktur”.
Çünkü üstünlük sadece takva yani Allah’tan gereği gibi sakınma iledir.


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Seyit Mehmet Şen Arşivi