Kurumsal derebeylik!

Kurumsal derebeylik!

Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK), Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı ile ilgili tutuklama talebinde bulunan özel yetkili savcıların yetkilerini tırpanlayan kararı, tartışmaların göbeğine yargıyı oturtmuştur.
Siyasi ve askeri müdahalelere… Silahlı ve yabancı müdahalelere alışkın olduğumuz söylenebilir. Yargının müdahalesine ise alışkın değiliz. Bu nedenle, yadırgamadık desek yalan olur.
Acaba tutuklama talep eden özel yetkili cumhuriyet savcıları mı yetkilerini kötüye kullandı, yoksa HSYK mı? Yargıya müdahale eden kim; siyasi iktidar mı, yoksa yüksek yargı mı?
Bu tür sorular önemli olmakla birlikte, meselenin özü açısından ikincil hale gelmiştir.

Kabul etmek lazım ki, neresinden bakarsanız bakın, yargı eksenli ateşli tartışmalar bir hayli can sıkıcı… Çünkü her durumda da yıpranan yargı oluyor. Yargıya siyasi etki elbette kabul edilebilir bir şey değil. Ne ki, ideoloji mahkumu bir yargının da kabul edilebilir olduğunu söylemek mümkün olmasa gerekir.
Başbakanlıkla, Yargıtay ve Adalet Bakanlıkları karşı karşıyadır; komşudurlar. Mekânsal yakınlığa rağmen, Cumhuriyet kurumları nasıl karşı karşıya gelmiştir? Kurumlar nasıl kamplaşmıştır?
Başbakanla Yargıtay Başkanı, kendi odalarından yüksek sesle seslense, birbirlerine seslerini duyurabilirler… Fakat kamuoyu nezdinde yüksek sesle seslendikleri halde, neden birbirlerine seslerini duyuramamaktadırlar?
Galiba biz güçler ayrılığını yanlış anladık. Ya da biraz abarttık. Güçler ayrılığı diye diye, adeta, Cumhuriyet kurumları derebeyliklerini ilan etmiştir. Kimse kimseyi takmamaktadır. Hiçbir kurum bir diğerinin üstünlüğünü kabul etmediği gibi, adeta varlığından da haz etmiyor görünmektedir. Böyle bir güçler ayrılığı olabilir mi?
Güçler ayrılığı bu demekse, hiç de matah bir şey değildir. Nerede bunun fazileti, erdemi!

Tarihte egemen güç boşluğu derebeylikleri doğurmuştur. Sınırları içerisinde herkes kraldır. Bir takım mahzurlarına rağmen, egemen güç boşluğunun yaşandığı o tür kaotik ortamlarda, derebeylik yine de bir yönetim tarzıdır. Aklın, mantığın; güç ve güçlünün kabul ettiği bir fetret dönemidir. Ne ki, kurumlar arasındaki bu derebeylik tarzı, asla kabul edilebilir bir durum değildir. Böyle bir yönetim tarzı yok; siyasi literatürde de yok, dünyanın her hangi bir yerinde de…
Biz Cumhuriyetle, demokrasiyle idare edildiğimizi düşünüyorduk; meğer, derebeylik kurumları sarmış her bir tarafımızı. Bu durumda millet iradesinin tecellisinden söz etmek, demokrasinin erdeminden dem vurmak abesle iştigal etmek değilse nedir! Bu durumda, “Hukuk da mı yoktur?” sorusunun cevabı şu olabilir ancak: “Hayır hukuk vardır; ama derebeylik hukuku!”
Yargının bağımsızlığı konusu, siyaset kurumu tarafından bir yerde “fantezi” ya da “lüks” varsayılabilir. Ancak yargı, yargının bağımsızlığını fevkalade önemsemeli değil midir? Yargının bağımsızlığına gölge düşürecek her türlü şaibeli adımdan öncelikle imtina etmesi gereken yargıdır. Gel gör ki, “yargı, yargıya müdahalede bulunuyor” görüntüsüne sebebiyet vermek, meselenin ne kadar kangrenleşmiş olduğunun bir kanıtı olmuştur. Öyle ya, et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa!
2023 yılı, Cumhuriyet’in 100. Yılı… Şurada kaldı 13 yıl… Geride bıraktığımız 10 yıl içinde neler oldu neler! Önümüzdeki 13 yıl içinde de neler yaşarız bilinmez! Lakin görüntü hiç de iç açıcı değil: Ne ortak akıl kalmıştır, ne toplumsal-kurumsal mutabakat! Her şey iflas etmiştir. Cumhuriyet kurumları hasım haline gelmiştir. Herkes diğerine karşı kutsal bir mücadele içine girmiştir. Bu durumda en fazla ihtiyaç hissettiğimiz şey adalettir: Ne ki, ara ki bulasın, asıl mücadele yargının üzerinden yürütülmektedir.
Siyasetin çivisi çıkabilir, ekonominin çıkabilir… Fakat adaletin çivisi çıkmaya görsün! Hiç kimse yarınlara güvenle bakamaz.
Cumhuriyetin temelleri neye yaslanır bilmem.

Lakin ben şunu bilir, şunu derim:
Adalet mülkün temelidir! Adalet temellerinden sarsıldığında, hiçbir şeyin sağlamlığından söz edilemez.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi