Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Kâbe’yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (1)

Kâbe’yi (haşa) ayağınızın altına aldınız, şimdi de..! (1)

Son yirmi yıl içerisinde, siz deyin on, ben diyeyim yirmi defa gündeme gelmiştir Kâbe’deki revakların yıkılması konusu. Suud İdaresi, bununla, tavafı kolaylaştıracağını, daha çok insanın Hac yapmasına imkân sağlayacağını filan söylüyor; tıpkı 2002 yılında buldozerlerle yerle bir edilen “Ecyad Kalesi” örneğinde olduğu gibi.

O kale ki, yüzyıllar önce, Osmanlı tarafından, Kâbe’yi Bedevi talancıların yağmalamasından korumak için inşa edilmiş ve asırlarca İslam’ın o şanlı askerine garnizonluk yapmıştı. Kâbe’nin hemen yanı başında, bir yandan bakarken tam da arkasında, tüm güzelliği, bütün ihtişamı ve sözün tam da yerini bulduğu ifadeyle “kale gibi duran bir kale” idi. Bulunduğu tepenin gücü, mekânın ruhu ve Osmanlının kudret sembolü idi. Mekke’de, 500 yıla yakın Osmanlı hâkimiyetinden geriye kalan (yok edilmeyen!), topu topu iki eserden biriydi. (17.yüzyılda yapılan, Kâbe’nin çatısındaki “Altın Oluk” u bu hesabın dışında tutuyoruz.)

Şimdi yerinde “yeller esiyor” desem… Keşke öyle olsaydı. Yıkılanın yerini tutmayacak olsa da, hiç değilse park, bahçe, çeşme filan yapılmış olur, gelen hacılara bir şekilde, “meccanen” hizmet eder, hayra vesile olunurdu. Hayır, maalesef öyle de değil, zaten öyle olsaydı, belki bu kadar canım sıkılmayacak, bunca sitemde bulunmayacak ve bu yazıyı da kaleme almayacaktım.

Mekanla bütünleşmiş o muhteşem eserin yerinde şimdi koca koca beton yığınları var; mana dünyamızın özü, madde dünyamızın gözü, erenlerin ahı, binaların şahı güzelim Kâbe’mizin o muhteşem Kûb’üne aldırmadan hayasızca yükselen. Adları da “Zemzem Kuleleri.” Kâbe’nin yüksekliği 13 metre, bu ayıplı kulelerinki ise 260 metre. Yani Kâbe’ye 20 kat tepeden bakıyor bu binalar ve oturanları. Bir başka deyimle, haşa, Kâbe ayaklarının altında!

Bari bu adı kullanmasalardı, azizlerden aziz o kutsal suyun adını… hadi, o kelimeyi kullanmayalım, alet etmeselerdi süfli emellerine. (Aslında bunlar Abraj Al Bait Kuleleri denen bir kompleksin parçası ve aralarında 595 metre ile Arabistan’ın en yüksek binası olan kule-otel de var. Bu kule aynı zamanda dünyanın da en yüksek oteli).

Maksat; para. Kazanmak, kazanmak, kazanmak ve dahası kutsal topraklara, o ulvi mekânlara Suud damgası vurmak. Eminim bundan. Kalenin yıkılmasıyla elde edilen arsanın o zamanki kral, Fahd’ın oğluna (30 yaşındaki Prens Abdülaziz) peşkeş çekilmesi, taahhüt işleri ve Suud’ların geleneksel kavmiyetçiliği vs. düşünüldüğünde başka bir şey gelmiyor aklına insanın. Herhangi bir yolla tevil imkânı da yok bunun, sözün namusuna sahip insanlar için. Ne diyelim Allah gözlerini doyursun!

Aslında sitemim sadece bununla sınırlı değil, başlangıcı 1990’ yılına dayanıyor. O yıl Hacca gitmek nasip olmuştu. Tarihe geçen bir Hac dönemiydi o, kısmetimize. Bayram sabahı, Firdevs cennetine talip olanlar için aşılması gereken son geçit olan Muaysim Tüneli’ne giren Müslümanlardan yüzlercesi, ezilerek feci bir şekilde can vermişti. Kadın, erkek, yaşlı çocuk yığın yığın şişmiş, morarmış bedenler…

O sıralarda biz, tünel dışından gelmiş ve şeytan taşlama mahalline yakın bir yerde bir köprünün üstünde otobüsümüzü park etmiştik. Acı acı çalan sirenlerden, yanımızdan hızla geçip giden ambulanslardan, bahsedilen tünel üzerinde uçup duran helikopterlerden, anladığımız kadarıyla olağan dışı bir durum vardı. Ama yine de, kendi telaşemiz içerisinde (şeytan taşlamak, vazifelerimizi eksiksiz yapmak vs.) çok da kulak asmamıştık bunlara, şeytan taşlama mahallinde yaşanan her zamanki(!) olaylardan biri zannetmiştik. Ama akşamleyin otele gelir gelmez acı gerçeği öğrendik.

Çok üzülmüş, çok kızmış, mideme kramplar girmiş, kan beynime sıçramıştı. Bu tam anlamıyla bir felaketti ve bu felaketin yaşanmasında idarenin payı büyüktü çünkü.

“İlgisizliğin, bilgisizliğin, beceriksizliğin bu kadarı da olur mu” diye bağırıp durmuştum, en çok sükûnet içerisinde olmam gereken o sevgi diyarında… Kafilemizdeki bazı insanlar bunu “Allah’ın takdiridir, şehit oldular, onlar için ne mutlu” filan diye yorumladı. Rahattılar. Bense işi o kadar kolaya alamadım. İçim daraldı, üstüm gidip geldi; bir türlü kendime gelemedim. Bu, belki de, o güne kadar bulunduğum idari makamlarda şahit olduğum uygulamalardaki yanlışları, eksikleri, aksaklıkları bilmemden kaynaklanıyordu.



Evet, elbette her şey Allah’ın takdiriydi, bu da öyle, ama canımızı korumak da, özelde bizim, genelde devletin vazifesi değil miydi? Tabir-i caizse “nafile gitmek” ya da “telef olmak” diye bir şey de yok muydu?.. İtirazlarım bu noktada oldu, bu sebeple, o kutsal topraklarda içine düştüğüm gönül darlığını yenemedim uzun süre.


“Zaman her şeyin ilacıdır” der eskiler; bunu bir kez daha yaşadım. Bir müddet sonra, kurtuldum o içimi, dışımı karartan psişik sarmaldan, şükür. Ama sonraki günlerde öyle bir gözlemim oldu ki, etkisini üstümden atamadım hala. Bu yazıyı yazmamın duygusal temelinde de o var.

Kısmetse haftaya devam edeceğiz.


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi