Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Avrupa’lı ineğe 800 Euro, Afrika’lı çocuğa 20 Euro!...

Avrupa’lı ineğe 800 Euro, Afrika’lı çocuğa 20 Euro!...

 

Novartis Vakfı'nın Direktörü Prof.Dr. Klaus Lesinger, 2003 yılındaki XXI.Dünya Felsefe Kongresi’nde şu çarpıcı saptamayı yapmıştı: “Avrupa’da bir ineğe verilen yıllık subvansiyon (Devlet ya da kuruluşların mal-para ya da hizmet olarak yaptığı karşılıksız yardım) 800 Euro’dur. Afrikalı bir çocuk için yapılan yıllık yaşamsal yardım ise sadece 20 Euro’dur.” 
 
Oysa o tarihten tam 55 yıl önce, dünya milletleri şöyle bir bildirinin altına imza atmışlardı: 
 
"İnsanlık ailesinin bütün üyelerinin doğal yapısındaki onuru ile eşit ve devredilemez haklarını tanımanın dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olduğunu, insan haklarını göz ardı etmenin ve hor görmenin, insanlığın vicdanında infial uyandıran barbarca eylemlere yol açtığını ve insanların korku ve yoksunluktan kurtulması, konuşma ve inanma özgürlüğüne sahip olacağı bir dünyanın ortaya çıkmasının sıradan insanların en yüksek özlemi olarak ilan edilmiş bulunduğunu, insanların zorbalık ve baskıya karşı son çare olarak başkaldırmak zorunda kalmaması içini insan haklarının hukukun egemenliğiyle korunmasının önemli olduğunu,
….. 
Üye devletlerin, Birleşmişi Milletler işbirliği içinde, insan haklarının ve temel özgürlüklerin evrensel olarak saygı görmesi ve gözetilmesini sağlamayı taahhüt ettiklerini,
…..
göz önüne alarak Genel Kurul, bütün halklar ve uluslar için başarı ölçüsü olarak bu ‘İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ilan eder."
 
Kabul ediliş tarihi 10 Aralık 1948. Yani tam 65 yıl önce… 
 
Peki aradan geçen bunca zamanda bu prensiplere ne kadar uyulmuştur? Uyulması için ne gibi çabalar harcanmıştır?  Uymayanlara ne yapılmıştır?  Bu beyanname kişi onurunu korumak, ulusal ve uluslararası alanda sosyal ve siyasal barışı sağlamak anlamında ne kadar işe yaramıştır? Eğer bunların cevabı olumsuz ise nedenleri nedir, nelerdir?.. Tabii bunların hepsi ayrı bir yazı konusudur. Benim bu makalede üzerinde durmak istediğim konu mezkur beyannamenin yoksullukla ilişkisi.
 
Şimdi, soruları şöyle soralım: Yoksulluğun, hem devletler arasında hem de devletlerin kendi içindeki katmanlar arasında kol gezdiği bir dünyada bu beyannamenin anlamı nedir?.. Mesela bu beyannameyle;  temel haklar korunabilir mi? Hukukun üstünlüğü sağlanabilir mi? Sosyal barış inşa edilebilir mi? Fakir bir insanın ya da ekonomik anlamda gelişmemiş ülkelerin saygı görmesi temin edilebilir mi? Birinci sınıf ülke beşinci sınıf insan şeklindeki ayırımcılıklar önlenebilir mi?
 
Öncelikle bir tespit yapmak istiyorum: Günümüzde dünya barışını bozan en önemli mesele, kanımca yoksulluktur.  Evet, din savaşları, mezhep kavgaları, tarihi düşmanlıklar, emperyal içgüdüler, çıkar çatışmaları vs klasik sebeplerdendir, tamam, ama yoksulluk olgusunun günümüzde insan haklarının korunamaması, dolayısıyla dünya geneline matuf bir sosyal barışın sağlanamaması konusunda diğerlerinden daha öne çıktığını düşünüyorum. Zengini daha zengin fakiri daha fakir yapan bir sistem hakim dünyada. Hem hakkı yenenlerin haklarını savunmadaki yetersizlikleri hem de hak yiyenlerin yaptıklarından (yedikleri haltlardan!) herhangi bir şekilde zarar görmemelerinden kaynaklanan umursamazlıkları bu aşağılık sistemi besleyen başlıca faktörler.   
 
Yoksulluk kavramını, Birleşmiş Milletler kalkınma programları ve Dünya Bankası verilerine göre üç farklı kategoride ele almak mümkün.  Birincisi; günde 3 Doların altında geliri olan “mutlak yoksullar”, ki bunlar temel yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaktan acizdirler. İkincisi; yiyeceğini bir ölçüde temin edip giyim, barınak, enerji gibi ihtiyaçlarını karşılayamayan “göreli yoksullar”. Üçüncüsü ise okur-yazarlık, normal yaşam süresi, ana-çocuk sağlığının yeterliliği, hjyen, alt yapı  gibi imkanları, kaliteli bir yaşamı sürdürebilmek, toplumsal yaşama katılabilmek gibi özelliklerden yoksunluğu ifade eden “insani yoksulluk”.
 
Neden yoksulluk diyorum? Çünkü yoksulluk eninde sonunda, hayatı idame noktasındaki “temel maddelere sahip olma” isteği doğrultusunda bir arayışı gündeme getirecek,  bunu başarmadaki yaşanan çaresizlikler yanlış-kuralsız hareketleri doğuracak, bu süreç aç kalma ve geleceğe dair korkuları besleyecek, korkular da dışarıya kapanma, insanlıktan ve insanlardan uzaklaşmayı, yabancılaşmayı getirecek… Sonuçta küçücük maddi şeyler uğruna kavgalar, çıkar çatışmaları, huzursuzluklar, kanunsuzluklar, terörizm, ırkçılık ve savaşlar olacak. Bu ortamda insan maneviyatını da aslına uygun şekilde korumak zor tabii.
 
BM eski sekreteri Kofi Annan Milenium Zirvesi için hazırladığı bir raporda, ulusal düzeyde özelleşme ve özelleştirme ile uluslararası düzeyde globalizasyona ve bunun getirdiği ekonomik dengesizliklere işaret ederken şunları söylüyor: “Yabancı döviz akışı, 1973’te sadece 15 Milyar Dolar iken bugün 1.5 Trilyon Dolara yükselmiştir (Yani 100 kat artmıştır)... Son zamanlarda dünya şirketler sıralamasında dördüncü duruma gelen bir  telekominasyon şirketinin pazar değeri BM üyesi tüm ülkelerin fakir tarafını temsil eden yarısının gayri safi yurtiçi hasılasından fazladır.” 
 
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ilan edilmesinden sonra maalesef yoksullukla savaşılmamış yoksul daha yoksul zengin daha zengin olmuş, makas açılmıştır. Zenginler zenginliklerini paylaşmadıkları gibi fakirlerin ekonomik değere kavuşmamış doğal zenginliklerini de sömürmüş, böylece yakın gelecekte kendilerini toparlama imkanlarını da ortadan kaldırmışlardır.
 
Bu meyanda, aslında, üçüncü dünya (yani geri kalmış) ülkelerinin milli hulasalarında eskiye göre belki bazı artışlar olmuştur ama bu global rakamsal artışlar fakirlerin fakirliğine hiç de merhem ol(a)mamıştır. Zira sosyal adaletsizlikler bundan çok daha fazla artmıştır. Bu haliyle, yani devletlerarası ve devletler içindeki eşitsizliklerin zemininde, bu ülkelerde yeterli ekonomik gelişmenin sağlanması ve insani gelişmişlik indeksinin yükselmesi, maalesef ufukta gözükmemektedir.
 
Günümüz dünyasında savaşların hep az gelişmiş ülkelerin coğrafyalarında vuku bulması elbette bir tesadüf değildir.  Bunların özellikle de Müslüman ülkelerde görülmesi ise hemen herkesin bildiği üzere, bu ülkelerin fakir olmalarının yanında zengin doğal kaynaklara  sahip olmalarından kaynaklanmaktadır şüphesiz.  Bu insanların dinlerinin emrettiğinin tam tersine eğitimsizlikleri ve genel insani gelişmişlik endekslerini yakalayamamış olmaları ise içerde, din ve mezhep çatışmaları için her zaman kaşımaya müsait bir yumuşak karın oluşturmaktadır. Aslında radikalizm de bu zeminde, bu yoksunluk ve yoksulluk şartlarında, güçlüye karşı (Batı’ya karşı) gelişen öfke birikimi ile birlikte, empoze etmeye çalıştıkları kültüre karşı gelişen tepkilerin sonucunda ortaya çıkan diğer bir olumsuzdur ki bulunduğu yerde ekonomik ilerlemenin de sağlanamadığını görmekteyiz.
 
Son aylarda Fransa’nın Mali’ye müdahalesi gündemde.  “Fransa nire Mali nire” diyenler ve Fransa’yı eleştirenler elbette haklıdır ama müdahaleyi haklı bulanlar (!) ve hatta bunun uluslararası hukuktan doğduğuna inananlar (inanmış görünenler!) ve ayrı siyasi kamplarda olmalarına rağmen  Fransa’ya destek veren büyük-küçük sayısız devlet var ne yazık ki. Oysa bunların tamamı yukarıda bahsettiğimiz bildiriye imza atmış, bu imzayı atmakla yükümlülükler üstlenmiş, gereğini yerine getireceklerine dair söz vermiş devletler!  Bugünkü düzene “Yeni dünya düzeni” diyenler de var ama aslında değişen hiçbir şey yok; bu düzen eski düzen. Yani güçlünün güçsüzü ezdiği, kuvvetlinin zayıfı hayatından bezdirdiği o bildik düzen.
 
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu “bir yanı  yoksullaşma, diğer yanı semirme” düzeni devam ettikçe dünya barışı yakalayamayacak ve yoksullaştırılan insanlar semiren zorbaya karşı hep isyan etmek, başkaldırmak durumunda olacaklardır. Yirmi Euro’luk Afrikalı çocuk 800 Euro’luk Batı’lı ineği sev(e)meyecek, sahibine  sevgi ile bak(a)mayacaktır.  Batı’nın bu anlayışı devam ettikçe, yoksul milletler için Birleşmiş Milletlere, Güvenlik Konseyine, AB’ye ya da NATO, İMF gibi kuruluşlara bel bağlamak, bugün olduğu gibi bundan sonra da münafığın  şişirme botuyla denize açılmak anlamına gelecektir.
 
Bu anlamda, Sayın Başbakanımızın kendi arabamızı, tankımızı, uçağımızı, teknolojimizi üretmek hususundaki politikalarına, özellikle Güvenlik Konseyindeki daimi üyeliklere dair sözlerine ve medeniyetler buluşması platformundaki çabalarına tam destek vermek gerekiyor.  
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi