Prof. Dr. Namık Açıkgöz

Prof. Dr. Namık Açıkgöz

O Bizim “MÜJGAN ABLA”mızdı

O Bizim “MÜJGAN ABLA”mızdı

Adını önce lise yıllarında duymuş ve bir kaç yazısını okumuştum. Yazıları millî kültürümüzün küçük ayrıntılarına dairdi ama bendeki etkisi büyük olmuştu. 1976 Sonbahar’ında üniversite tahsili için Ankara’ya gittiğimde, ilk tanıştığım insanlardan biri oldu.

Önce, o zamanlar Yurt Ocağı Derneği adıyla faaliyet gösteren bir dernekteki sohbet ve konferanslarda beraber olduk. Akabinde Türk Kadınları Kültür Derneği’ndeki faaliyetlerde tanıdım onu; sonra da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki derslerinde.
Sohbetlerde, konferanslerda ablamızdı, fakültede hocamız.

DTCF’nin Kütüphanecilik bölümünde eski kitap sanatlarımıza dair dersler verirdi. Yani el yazması kitaplarımızın o güzelim tezyinatının nasıl yapıldığına, terimlerine, özelliklerine dair derslerdi bunlar. Kendi bölümümün dersleriyle kredimi doldurduğum için onun derslerine kredisiz olarak giderdim ve büyük bir haz alırdım o derslerden. Tezhip, minyatür, ebru, hüsn-i hat, kâğıt, ciltçilik, yazı malzemeleriyle ilgili ilk sistematik bilgileri onun dersinde edindim.

Bölüm dersimle onun dersi çakışmasın diye, ders programımızı yapan hocamıza gitmiştim. O hocam da anlayışla karşıladı ve çakışan dersin yerini değiştirmişti.

***

O, aslında DTCF’de hoca değildi; Millî Kütüphane’de üst düzey yöneticiydi ve maalesef Allah onun bazı uzuvlarını, herkes gibi kullanacak şekilde yaratmamıştı. Elleri ve ayaklarını herkes gibi kullanamıyordu. O yüzden fakültedeki dersleri de işine ve bedensel durumuna göre ayarlanmıştı.

***

Bir gün, sohbette, hayatın sırlarından söz ediyordu. “Müslüman, hiç bir işine besmelesiz başlamaz. İşteki başarının sırrı, başlarken söylenen besmelededir. Derslere bile besmelesiz başlamam.” demişti.

***

Merhûme, evlâd-ı Rifaiyân’dan idi ve bir sohbetinde, bol ve uzun kirpikli bir bebek olarak doğduğu için, adını efendisinin verdiğini söylemişti.

O Rabbinin kulu ve efendisinin bir dervişi olarak, bütün bir hayatı, Allah’ın rızasını kazanmak için yaşadı. Dervişlik onda verime ve üretime dönüşmüştü. Resmî görevini bile bir derviş edasıyla yapar, her ânını bu mazlum milletin mutluluğu için sarf ederdi.
Mütebessim olmadığı hiçbir anı görmedim. Yapmacık bir tebessüm değildi tebessümü. Ruhunu, içini; içinin güzelliğini yansıtan ve herkese mutluluk hissettiren bir tebessümdü. Derste anlattığı en objektif bilgileri bile kendine çok yakışan ve öğrencileri rahatlatan, anlattıklarının içine çeken bir tebessümle baktı dünyaya. Onu için hayatın sırrı o tebessümde gizliydi.

***

Fakülteyi bitirip Yüksek Lisansa başladığımda, artık onunla Millî Kütüphane’de görüşür olmuştuk. Çünkü çalıştığım el yazmasının nüshaları veya mikrofilmleri Millî Kütüphane’de idi. Yüksek Lisans yaaprken, Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Tapu Arşiv Dairesi’nde Tedkik Memuru olarak çalıştığım için, tezimle ilgili malzemeyi mesai saatleri içinde inceleyemiyordum. Bir gün kendisine konuyu söyledim. “Özel Okuma Salonundan birini senin için mesai saatinden sonra da açtırayım. Saat 17.30-20.30 arası gel çalış. Cumartesi günleri de tam gün çalış.” dedi. Bu iki kısa cümle benim hayatımı değiştirdi. Yoksa Yüksek Lisansımı bitiremeyebilirdim.

Millî Kütüphane Ozel Okuma Salonu, küçük odacıklardan oluşan bir yerdi. İçinde, masa-sandalye, mikrofilm okuma cihazı ve telefon vardı. Oraya çalışmaya girdiğinizde, görevli memur kapıyı üstünüzden kilitler; ihtiyaç hâlinde telefon ederdiniz ve memur gelip kapıyı açar, ihtiyacınızı öyle giderirdiniz. 6 ay kadar mesai saatlerinden sonra ve Cumartesi günleri hep böyle çalıştım. Bir gün bir sohbetimizde “Ablacığım, Nasrettin Hoca fıkrasındaki ‘döve döve helva yedirme’de olduğu gibi siz de beni Özel Okuma Salonuna hapsede hepsede Yüksek Lisans mezunu yaptınız.” dedim. Yüzünden tebessüm eksik olmayan Müjgan ablamız, o güzel kahkahalarından biriyle hepimizi mutlu etmişti.
Müjgan Cunbur deyince, aklımda tebessüm ve dervişane azmi canlanır.

***

Vermekte olduğum “El Yazması Kitap Sanatları” dersinin ilkini, bu yıl 25 Eylül günü yapmıştım ve derse girmeden önce, Müjgan ablamızın vefat haberini almıştım. Derse onun hatırasını yâd ederek başladım.

***

Bir küçük hatıra:

Tezim için Millî Kütüphane’ye gittiğim bir gün Müjgan abla bana “Namıkçığım, falanca genç nasıl biri?... Bizim memurelerimizden birine talip olmuş. Senin de arkadaşın... ” dedi. Ben de “Ablacığım kızın âilesi hiç düşünmesin. Benim kız kardeşimi istese, ben de düşünmezdim.” dedim. O arkadaşımız şimdi alanının “âlim”lerinden biri ve mutlu bir yuvası var.

***

Ömrüm oldukça bu 25 Eylüller beni kahredecek.

25 Eylül 2012’de, Bozkırın tezenesi bir garibi, Neşet Ertaş’ı ebediyete uğurlamıştık. Bir sene sonra aynı gün Müjgan Ablamızı ve en büyük ağabeyim Ahmet Açıkgöz’ü vuslat âlemine uğurlayıp ertesi gün sırladık. Allah üçüne de rahmet eylesin.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Prof. Dr. Namık Açıkgöz Arşivi