Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Eskisiyle yenisiyle Encümen-i Dâniş

Eskisiyle yenisiyle Encümen-i Dâniş

Hep söylerim, hatırlayacaksınız: Tarih yaşanıp bitmiş olaylardan ibaret değildir, tarih yaşanan bir süreçtir. Son an ise en yeni boyutudur tarihin.
Sanırım bu yüzden, antik Yunan tarihçisi Thucydides (M.Ö. 460–395), tarihin “sürekli bir başlangıç” olduğunu söylemiştir.
Bunu böyle kabul etmediğiniz takdirde, emekli generallerden ve bir zamanlar devletin en “üst düzey” makamlarda oturmuş eski siyasetçilerden (muhtemelen de bazı gazeteci ile işadamlarından) oluşan şu “Encümen-i Dâniş”in mahiyetini kavrayamazsınız.
Hikâyeye gelelim… 1839’da “Tanzimat” ilân edilmiş, ancak bu “kısmî modernleşme” bazı aydınları kesmemişti. Onlar daha “Batıcı” bir program istiyor, bunun için de devleti zorluyorlardı.
Aslında bu belge daha önce yayınlanan “Tanzîmât Fermanı”ndan çok farklı değildi. Neredeyse aynı hükümler tekrarlanıyor, “insan hakları”ndan ziyade gayrimüslim vatandaşların hakları vurgulanıyordu. Zaten “Islahat Fermanı” yabancı devletlerin hazırlayıp Bâb-ı Âlî’ye (eski hükümet merkezi) dayattıkları bir programdan başka bir şey değildi.
İngiltere, Fransa ve Avusturya, Kırım Savaşı’nın “barış şartı” olarak, Hıristiyan haklarını teminat altına alan bir belgenin Padişah tarafından yayınlanmasını istemişler, bu arzu, derin düşünmeyi beceremeyen bazı son zaman Osmanlı aydınları tarafından da desteklenince, ortaya “Islahat Fermanı” çıkmıştı. Böylece Batılılaşma süreci teyit edilmişti. Zaten son dönem Osmanlı aydını Avrupa’daki kılık kıyafet dâhil, her şeyi büyük bir iştahla istiyordu.
Bunlar yeni sürece kolayca adapte olmuşlardı. Ne var ki, bazı münevverler Osmanlı Devleti’nin geçmişine atıfta bulunarak, eski kökler üzerine bir “teceddüd” (yenileşme) gerçekleştirilmesini savunuyorlardı. Halk ekseriyeti de bunların yanında saf tutmuştu.
Batılılaşma yönünde tavır koyanlar, halkı yeni sürece alıştırmanın yollarını aradılar. Bunun en emin yolu eğitimdi. Batılı tarzda bir eğitim sistemine geçilmeliydi. Ancak devlet, yenileşmenin öngördüğü ders kitaplarından mahrumdu. Hızla o kitapların üretilmesi gerekiyordu.
Örnek Fransa idi: Batıcı aydınların “müstesna bir örnek” olarak gördüğü Fransız sistemini kopya etmeye karar verdiler. Öncelikle “Fransız İlimler Akademisi”ne benzeyen bir müessese kurulacak, telif ve tercüme kitap üretilecekti.
Avrupa’nın, büyük devletlerin istediği gibi bir toplumsal yapıya ulaşma yolunda bir ön adım sayılan “Encümen-i Dâniş” (âlimler kurulu) işte böyle doğdu.
Bu oluşumun ne kadar “Osmanlı” olduğu elbette tartışılabilirdi, çünkü müessese olarak Osmanlı’nın kadim köklerinden (bir başka deyişle “vahiy”den) beslenmiyordu.
Gerek “Tanzimat Fermanı”, gerekse onun teyidi ve tekrarı mahiyetinde olan “Islahat Fermanı”nı Osmanlı’ya dayatanlar, (şimdi de “yapısal reformlar” falan mı istiyorlar ne?) Batı kurumlarının Osmanlı Devleti tarafından benimsenmesini ve millete de benimsetilmesini istiyorlardı. Düpedüz böyle buyuruyorlardı.
Görüntü olarak Encümen-i Daniş, birtakım bilimsel ve teknik eserler yayınlayacak, bu eserler hem mekteplerde, hem de kahvehanelerde okutulacak, böylece “millet evlâtları terakki edecek”ti.
“Terakki”den (gelişmeden) amaç, Batılılaşmaktı. Millet ne kadar “gâvur”a benzerse, o kadar “gelişmiş” sayılacaktı. (Kalanına acaba “mürteci” mi denecekti?)
Belli ki, kökten değişim amaçlanıyordu. Yapılmak istenen işin asıl adı “Toplum mühendisliği”ydi.
Aynı isimle günümüzde hortlayanların amacı da görebildiğimiz kadarıyla aynı: Memleketin bunca sıkıntısı varken, onlar sağa-sola verdikleri raporlarda, imam hatip liselerinin sayı olarak sınırlanmasını, imam-hatip mezunlarının yalnızca imam olabilecek şekilde yeniden düzenlenmesini, kız öğrenci alınmamasını, başörtülülere üniversitelerin kapatılmasını savunuyorlar.
Neyse biz konumuzun asıl unsuruna dönelim…
“Encümen-i Daniş”, 18 Temmuz 1851’de Sultan Abdülmecid’in yayınladığı “İrade-i Seniye” ile açıldı. Bunun için büyük bir devlet töreni yapılmış, dünya kadar da para sarf edilmişti.
Sadrazam Reşid Paşa, Padişah’ın, üst düzey devlet yetkililerinin ve bilim adamlarının önünde yaptığı konuşmada “değişim”in gerekliliğini savundu. Hazin ki, Paşa’nın (Ya da o zamanki paşaların) “değişim” sandığı şey, Avrupa’yı körü körüne taklitten ibaretti.
Daha sonra kürsüye İkinci Başkan Tarihçi Hayrullah Efendi çıktı. Ahmed Cevdet Paşa’nın hazırladığı nutku okudu. Bu nutukta “maneviyat”in üstü bir kalemde çiziliyor, hayatta en gerçek mutluluğun bilgi, en büyük mürşidin ise “ilim” olduğu vurgulanıyordu.
Hâlbuki Osmanlı, ilim ile imanı buluşturan terkibin adı idi ve farklı milletler bu terkip sayesinde yüzlerce yıl inançlarını, kültürlerini Osmanlı bünyesinde özgürce yaşayabilmişlerdi.

Encümenin içeriden ve dışarıdan üyeleri vardı. İç üyelerin sayısı 40’tı. Bunların bir ilim dalında uzman olması, bir yabancı dil bilmesi; yani telif ve tercümesini yapacak nitelikte bulunması şarttı.
Dış üye sayısı ise 30’du. Daha ziyade “danışmanlık” yapıyorlar, hangi eserlerin öncelikle tercüme edilmesi gerektiği yolunda telkinlerde bulunuyorlardı.
Osmanlı Devleti böylece hızlı bir yabancılaşma sürecine girmişti.
Sonra ne mi oldu? Bazı teşebbüsleri olmuşsa da hemen hemen hiç birini sonuçlandıramadı. Kuruluşunun hemen sonrasında bitkisel hayata girdi ve bu dönem 12 yıl kadar sürdü.
Bu süre içinde zaman zaman toplanıp devlet büyüklerine “rapor” hazırlayıp hazırlamadıklarını ise bilmiyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi