Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Ayasofya, ah Ayasofya!

Ayasofya, ah Ayasofya!

01 Şubat tarihi, Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürüldüğü tarihtir (1935)...
Ayasofya dendiğinde içini hicranla çekmeyen bir “Anadolu insanı” bulmak zordur.
Tabii bu sözüm “Anadolu insanı” özelliklerini koruyanlara ilişkindir: Doğu ile Batı arasında bocalamaktan tıknefes olmuş, ya da kendi değerlerini elinin tersiyle itip kendi halkına yabancılaşmış olanları kapsamaz.
Ayasofya bu milletin yüreğinde yetmiş üç senelik bir hüzündür! Cami oluşundan tam 482 sene sonra çıkarılan bir bakanlar kurulu kararıyla, Ayasofya Camii, müzeye çevrilip namaza kapatılmıştır.
Bu münasebetle bir kez daha söylüyorum: Osmanlı Devleti’nin kuruluş amacı Bizans’ın fethi, fethin dayanağı, Peygamber-i âlişan Efendimiz’in fethe ilişkin müjdesi ("Konstantîniye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır, onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!" [kaynak: Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335] şeklindeki meşhur hadis-i şerif), müjdenin yüreği ise Ayasofya’dır.
Ayasofya’yı sıradan bir mabet olmaktan çıkarıp sembolleştiren saik, Peygamber müjdesi şehrin yüreğini teşkil etmesidir. Bu kimliği ile Ayasofya, Osmanlı asırlarında çok önemsenmiş, o kadar ki, Ayasofya imamına saray protokolünde yer verilmiştir.
Bırakınız tarihi kimliğini bir yana, fetihten sonra, fetih ordusunun ilk Cuma namazını kıldığı mâbed olarak düşünmek bile, Ayasofya’nın “cami” olarak hizmet vermesindeki zarureti ortaya çıkarır.
O anı düşünür müsünüz?.. Salı günü fethedilen Bizans’ın en büyük mabedi Ayasofya baş döndürücü bir hızla Müslümanlaştırılıp Cuma namazına hazırlanmış, Fatih Sultan Mehmed’in yanı başında camiye geren hocası Molla Ak Şemsüddin, camii hınca hınç dolduran fetih ordusuna hitaben yaptığı konuşmaya, “Ey gaziler!..” diye başlamış, “Bilin ve agâh olun ki, cümleniz hakkında Ahirzaman Peygamberi ol Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleri, ‘Onlar ne güzel askerdir’ buyurmuştur. İnşallah cümlemiz mağfuruz. Fakat gaza malını israf etmeyüb Konstantiniyye içinde hayır ve hasenata sarf ve Padişahınıza itaat ve muhabbet ediniz.”
Konuşmasının ardından şanlı talebesinin başına iki çatal ablak sorguç takmış ve sözlerini “fisebil-illâh mücahid” olması dileğiyle tamamlamıştır: “Bütün Al-i Osman’ın ab-ı ruyu [şerefi, namusu, haysiyeti] oldun. Heman mücahid-i fi sebil-illâh ol!”
İşte bu sebeple Ayasofya büyük fethi sembolize etmektedir. Ne hazin ki, tam 481 sene Müslümanların secdegâhı işlevini gördükten sonra, varlığı bile tartışmalı 14.11.1934 tarihli bir bakanlar kurulu kararıyla müzeye çevrilip namaza kapatılmıştır.
Böyle tepeden inme bir icraatın şair hayalini ürpertmemesi ve insanı gerçekten sarsan mısraları ilham etmemesi mümkün değildir.
Nitekim vefat yıldönümünde (3 Şubat 2002) rahmet ve minnetle andığımız Medine yürekli şair Ali Ulvi Kurucu’nun 1952 yılında Medine-i Münevvere’de yazdığı “Ayasofya” başlıklı şiir içimizi ürpertmektedir:
“ürperdi hayalim,bu nasıl korkulu rü'ya...
Şaştım, neyi temsil ediyorsun, Ayasofya?..
çöller gibi ıssız, ne hazin ülke muhitin,
Yad el gibi, yurdunda garib olmalı mıydın?
Beş yüz senelik bezmine ermekti ümidim,
çöller gibi ıssız, seni ben görmeli miydim?...
Bayram, Ramazan, Cuma, mübarek gecelerde
Avize değil, mum bile yanmaz mı içerde?
................
Hangi eller sana akşamları zincir vuruyor?..
Yüce feryadını, kimler boğuyor, susturuyor?
................
Ey derin facia, manzumeye sen sığmazsın,
Tutuşup yanmada kalbim, seni tarih yazsın!”

1453'te İstanbul’u fetheden Osmanlılar Ayasofya'yı harabe halinde buldular. Muhteşem mozaiklerinin çoğu yağmalanmış, altın, gümüş gibi değerli madenler, bir zamanlar Bizans’ı kurtarmak için İstanbul’a gelen Haçlılar tarafından yağmalanmıştı. Müverrih Tursun Bey, bir görgü şahidi olarak fethin Ayasofya’sını şöyle anlatıyor: “Onun rahnesine tas koyacak bir mimar kalmamış, mamur olarak sadece bir kubbesi kalmıştı. Padişah-ı Cihan bu binayı harab ve yebab (yıkık) görünce, ahir harap olmasın deyüp tamirini ve bakımını emretti.”
İşte bu yüzden Ayasofya, Hıristiyan Bizans’tan çok Müslüman Türk’ün eseridir. Bu gerçeği Paul Wittek gibi vicdanlı müsteşrikler bile vurgulama gereği duymuşlardır.
Wittek şöyle diyor: “Ayasofya’nın, bu muhteşem kilisenin muhafazasını, asırlar görmüş yapının zamanın tahribatına karşı müdafaasını, sırf Türklerin sahip olduğu teknik maharete ve iktisadî kaynaklara borçlu olduğumuzu itiraf edelim.”
Başka söze ne gerek var?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi