Yeni Fetvacılık Akımı (!) bâbında..

Yeni Fetvacılık Akımı (!) bâbında..

Sayın Ahmet Hakan Coşkun’u tebrik ediyorum!
Dört-dörtlük bir tesbitte bulunmuş dünkü köşesinde:
“Yeni Fetvacılık Akımı’nın önderlerine şunları söylemek isterim: Bu gittiğiniz yol, yol değildir... Burası çıkmaz sokaktır... Siz ‘İslâm’da örtünün yeri’ konusunda ‘Böyle’ konuşursanız, karşı taraf da ‘Şöyle’ konuşma hakkına sahip olur... O zaman siyaset, yani ‘laik’ kimliğe sahip olması gereken siyaset, ‘Fetvalar Savaşı’ ile yapılır hale gelir...

Yani referansı İslâm olan bir savaş... Bu mudur istediğiniz? Siz İslâm’dan kendi siyasi duruşunuza uygun bir fetva bulabilirsiniz... Ama unutmayın, kutsal metinler çok farklı okuma biçimlerine elverişli metinlerdir... Dolayısıyla aynı metinlerden karşı taraf da kendi siyasi tezlerine uygun başka fetvalar çıkarabilir... Hem karşı taraf, bu konularda sizden çok daha mahirdir... Ayrıca... Diyelim ki ‘İslâm’da başörtüsü yok...’ Ama buna rağmen bazı kadınlar başlarını örtmekte ısrarlı... Ne yani? ‘Bu dinde yok... Hadi işinize’ mi diyeceksiniz... Peki laik bir devlet, böyle bir yanıt verebilir mi? Laik devlette referansı din olan izaha yer var mı? Sözün özü şudur: Ey ‘Laik cephe’nin büyük komutanları! Lütfen fetva vermenin dayanılmaz cazibesinden kendinizi kurtarınız... Bindiğiniz dalı kesmeyiniz...”

Fakîrin, “alla Turca laiklik” dediği ve mahzûn ve de mazlûm memleketimizin burnu Kaf dağında, müstekbîr ve müstağnî “tatlısu aydınları”nın hâl-i pür melâllerini anlatmaya çalıştığı, selîm akıllara durgunluk veren durum tam da bu işte!

Neyi savunduklarını doğru dürüst bilmedikleri, bir başka deyişle “laiklik” dersini iyi çalışmadıkları için, onu nasıl savunacaklarını da doğru dürüst bilmiyorlar/bilemiyorlar.

Hülâsa, alabildiğine kutsallaştırdıkları “laiklik”i adamakıllı içselleştirmemiş/içselleştirememişler bir türlü!

Bu hâlleriyle Bâtıl Batı’nın o pek meşhûr ve bir o kadar da sanal olan “insan hakları/demokrasi” mahallesine sonradan taşınmış ve orada “laiklik” denilen ve zaman içinde tam bir “salon oyunu” hâline dönüşmüş o “bâtıl tiyatrosu”nda rol kapmaya çalışan sıska ve sümüklü varoş çocuklarına benziyorlar! Sadece benzemekle kalsalar iyi...

Bâtıl Batı’daki hempâları/üstâdları/şerîkleri de bunların kılıklarına/kalıplarına, afra-tafra ve de cakası bol havalarına, sırf “resmî ideoloji”ye tam mânâsıyla biât ettiklerini, dahası, ona kayıtsız-şartsız teslîm olduklarını her fırsatta beyân ve dahi isbât etmeyi “yöntem” olarak benimsedikleri için işgâl etmeyi başardıkları mevkî ve makamlara aldanıp, ya da tam tersine, bu zavallı, aslî kimlik/şuur ve de şahsiyet fukarâsı mukallidleri fazla ciddîye almadıkları için, bir türlü sıkı bir “laiklik” imtihanına tâbi tutmuyorlar onları. Bir tutmaya kalksalar, sapır sapır dökülecek hepsi besbelli!

Nice Mü’min/Mü’mine Müslümanı hiç utanmadan-sıkılmadan “kutsal dîni -yani İslâm’ı(!)- siyâsete âlet etmek”le suçlayan bu Tuhaf Gürûh’un fikir babaları/önderleri, “kutsal dîni -yani İslâm’ı(!)”, “laiklik”in, yani bir “ideoloji”nin savunmasına “âlet etme” durumuna düşüyorlar, hem de hiç farkında olmadan! Ve bir önceki yazımda dikkat çekmeye çalıştığım mubârek Kalem Sûresi’nin tam da bu konuyu dile getiren mubârek âyet-i kerîmelerinin devamında âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın, azze ve celle, bildirdiği hüküm aynen tecellî ediyor: Bismillâhirrahmânirrahîm... O hâlde bu haberi/sözü yalanlayanları Bana bırak. Onları, ne olup bittiğini fark etmeyecekleri şekilde, adım adım alçaltacağız: çünkü onlara bir süre belli bir üstünlük versem de Benim ince planım son derece sağlamdır! (68:44-45). Aynı İlâhî Hüküm – ki, buna Sünnetullâh demek daha doğru olur kanaatindeyim! – mubârek A’râf Sûresi’nde de tekrarlanıyor: Bismillâhirrahmânirrahîm... Ama âyetlerimizi yalanlamaya şartlanmış olan kimselere gelince; Biz onları, ne olup bittiğini fark etmeyecekleri şekilde adım adım alçaltacağız: çünkü onları bir süre kendi hallerine bıraksam bile, bilin ki Benim ince planım çok sağlamdır! (7:182-183).

Peki, Mü’min/Mü’mine Müslümanlar olarak ne yapmamız gerekiyor bu durum karşısında?

Cevâbı yine âlemlerin Rabbi Yüce Allah, azze ve celle, veriyor: Bismillâhirrahmânirrahîm... öyleyse, Rabbinin hükmüne sabırla katlan ve öfkeye kapılıp da sonra [ızdırap içinde] haykıran büyük balık sahibi gibi olma! (68:48).

Bize düşen önce İslâm peygamberi Hz. Yûnus’un (a.s.) kıssasını, ama öncelikle ve özellikle mubârek Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle iyice okuyup anlamaya çalışmak besbelli. Sonra da “sabr”ın ne olduğunu, aslî mânâsını ve buna bağlı olarak da -tâbir câizse- “işlev”ini ve nasıl “sabr” edileceği konusundaki bilgilerimizi yeniden gözden geçirmek, gerekirse -ki, kanaat-i âcizâneme göre gerekecektir, hem de âcilen!- düzeltmek, hülâsa, “sabr”ı çok iyi anlamak/öğrenmek/içselleştirmek ve zaman kaybetmeden devreye sokmak!

Müteyakkız olalım ve hep müteyakkız kalalım – “sabr” konusunda da!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi