Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Eski evimiz, eski insanımız...

Eski evimiz, eski insanımız...

Cumhuriyet nesli olarak, pek tabii “cumhuriyet insanı”yla övünmek isterdik. Ne var ki, cumhuriyet eğitimi hâlâ övünebileceğimiz ve çocuklarımıza örnek gösterebileceğimiz özelliklerde insanlar yetiştiremedi. “Çılgın Türkler” diye kitaplaştırılan tüm isimler Osmanlı aile terbiyesinden ve eğitiminden geçmiş...
Bir sürü “Osmanlı” arasında “ilaç için” tek bir “cumhuriyet çocuğu” yok!
Bizim yetiştirdiklerimiz, namaz kılan insanların üzerine kurşun yağdırarak şehit ediyor! (Bilge Köyü faciası)...
Bizim yetiştirdiklerimiz, kendi ailesinden sekiz kişiyi kurşuna diziyor! (Adana faciası)...
Bizim yetiştirdiklerimiz, ya annesini katlediyor, ya da “çıktığı kız”ın başını elektrikli testereyle kesip cesedini vahşice doğruyor!
Biz hepimiz, “Bunlar münferit olaylar” deyip kendimizi teselli ediyor, her “münferit olay”ın toplumsal mesajlar içerdiğini görmezden geliyoruz.
Biz eskiden böyle değildik. Bırakınız bir birimizi kesmeyi, incitmeye bile kıyamazdık. Ülkemiz “cevher insan”la doluydu. Tarihimiz, her yılın payına birkaç “cevher insan” düşecek kadar zengindi. Oysa şimdi, Türkiye, bol miktarda showman, bol miktarda medyum, falcı, kavgacı, şarkıcı, soyguncu, vurguncu, katil, yobaz, cani, fetbaz, şaklaban, yağcı, dalkavuk yetiştiriyor, ama hemen hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyoruz...
Tamı tamına bir “kaht-ı rical=adam kıtlığı” içindeyiz.
Geçmişinin uzağına düşen, “zamane”nin tuzağına düşer. Biz “çağdaşlık” zannettiğimiz “zamane”nin tuzağına düştük. Ne kendimizi (tabii geçmişimizle birlikte) keşfedebildik, ne başkalarını (Avrupa filan) kavrayabildik. Ne “biz” kalabildik, ne “Avrupalı” olabildik. Hedefsizliğimiz tereddütlerimizi, tereddütlerimiz kuşkularımızı, kuşkularımız korkularımızı, korkularımız güvensizliğimizi besledi. Bir işe yaramayacağımıza inandık. (Şu meşhur, “biz adam olmayız” sendromu) O gün bugündür bir kısır döngü (eskilerimiz “fasit daire” derlerdi) içinde dönüp duruyoruz.
Kısır döngünün bir yerde kırılmasını ve o yerde “yeniden diriliş”in başlamasını istiyorsak, önce geçmişimizi “övgü” ve “sövgü” dışında, “olgu” olarak ele alıp irdelememiz lâzım.
Eskiden bir “mahallemiz” vardı. Mahalleler “cami, mektep, aile” üçgeninde oluşurdu. Evler bahçe içinde müstakil yapılardı. Çocuklar bahçede özgürce oynarken, hayvanlar ve bitkilerle tanışır, onlarla dostluklar kurar, çevresini paylaşmayı ve çevresiyle barışmayı yaşayarak öğrenirdi. (“Topraktan geldik toprağa döneceğiz” anlayışı, insanı toprağa ve ürettiği her şeye karşı saygılı olmaya çağıran müthiş bir motivasyondu)
Bağımsız evlerin yerini çok katlı “apartman”lar aldığından bu yana, aileler bahçesiz küçük mekânlara tıkıştı. “Apartman”ın yüksekliği ölçüsünde insan topraktan ve toprakta üreyen her şeyden koptu. Zaman içinde toprakla aralarındaki sevgi bağı da yok oldu. Sonuçta insan çevreye “düşman” olup yeşile savaş açtı. (Villa yapmak, ya da tarla açmak için orman yakan insanlara dönüştük.. Her şey bir birine o kadar bağlı ki, bir anlamda insan kendi kendisiyle zıtlaşıp savaşıyor)
Eski evler birbirlerinden bağımsız olduğu için, bir birlerinin üzerine halı-kilim silkme, ya da gürültü yapma derdi olmayan komşular rahatça dostluklar kurabiliyorlardı. Bir başka deyişle, eski evlerin kapı ve pencereleri komşuluğa açılırdı. Şimdiki apartman dairelerinin alt alta, üst üste balkonları ise kavgaya açılıyor. (halı kilim silkme savaşları) Çocuklarımız baskıcı, kavgacı ve şiddete eğilimli muhitlerde yetişiyor. Tabiatıyla bundan olumsuz etkileniyorlar. Osmanlı evleri yazın serin, kışın ılıktı. Fazla ısıtılmayan evlerin içindeki insanlar zinde kalır, bu da hareketsizlikten beslenen tembelliği ve tembellikten beslenen şişmanlığı önlerdi. Abdest ve namaz, zindeliği besleyen faktörlerdi. Yatsıdan sonra yatılır, sabah ezanıyla kalkılır, böylece gün bereketlenirdi. Kısacası eski mahallelerle evler, yetiştirilmek istenen insanın kimliğine ve kişiliğine uygun olarak oluşturulmuştu. Bir mahalleden diğerine yerleşebilmeniz için, geldiğiniz mahallenin mutemet (itimat edilen) insanlarından referansı getirmeniz şarttı. Bu denetim her mahallenin eşrafı (seçkinleri) tarafından yapılırdı. Böylece mahallenin safiyeti korunurdu. Hatta eşraf, bazı ufak-tefek davalara bakar, işi mahkemeye intikal ettirmeden oracıkta çözerlerdi.
Osmanlı’nın “mahalle” dediği küçük hayat alanları “cevher insan” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes bir birini yakından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece zayıftı. Ufak tefek kusurlar genelde nazar-ı müsamaha ile karşılanırdı, ancak büyücek hataların bir bedeli vardı: Hiçbir çocuk (ya da genç) böyle bir bedel ödeyip mahalleye “rezil” olmayı göze alamazdı. Bu yüzden adımlar dikkatle atılır, “mahallenin namusu”na toz kondurulmaz, herkes kendi alanı içinde mutlu olmaya çalışırdı. Bu da zaman içinde karaktere dönüşür ve toplum “cevher insan”larla beslenirdi.
Yaşanan alanların insan karakteri üzerindeki etkileri inkar edilemez. Eski mahalle hayatının yanı sıra, evlerin yüksek tavanlı, bahçeli ve manzaralı oluşunun, Osmanlı insanı üzerindeki olumlu etkilerini, tüm tarihimizdeki iftihar vesikalarında görebiliyoruz.
Yani, mimari ve mahalle dâhil her şey “cevher insan”ın yetişmesi, gelişmesi için düşünülmüştü. “Cevher insan”lardan oluşan toplum, önceden belirlenmiş hedefine cesaret ve güvenle yürüyordu...
Fethedilmesi gereken hedef ise, hayatın tümünü kapsıyordu.
Bugün, başta medyanın büyük bölümü olmak üzere, hemen her şey günaha teşvik ediyor. Sokak başlarında Nemrut ateşleri yakılmış, bulvarlarda Ebucehil çukurları kazılmış... Kötü örnek çok, ama çocuklarımıza tereddütsüz gösterebileceğimiz, yaşayan iyi örneklerden mahrumuz...
“Kaht-ı rical”, biraz da bundan kaynaklanıyor olmalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi