Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Hayvanlar ve vicdanlar

Hayvanlar ve vicdanlar

En çok sorulan sorulardan biri de Osmanlı ceddimizin hayvanlarla münasebetidir: Acaba Osmanlı’nın “Hayvanları koruma” gibi bir derdi var mıydı?
Hem de nasıl vardı…
Daha önce yazmış olabilirim, ama bin kez yazılmaya değer olduğuna inandığım Sultan III. Murad’a ait bir fermanı bugünkü dile aktarıp sizinle paylaşmak istiyorum…
“İstanbul kadısına hüküm ki: Hamalların taşımacılıkta kullandıkları at ve katırlara taşıyamayacakları miktarda yük yükleniyormuş. Hamallar kethüdasına buyurdum ki: Bundan sonra hiçbir at ve katıra taşıyabileceğinden fazla yük yükletmeyesin. At ve katırların beslenmelerine, nallarına ve semerlerine dikkat edilmesi için gerekli önlemleri aldırasın. Hiçbir hamala semtlere göre belirlenen ücretten fazla bir şey talep ettirmeyesin. Yakın semtlere ücreti az diye taşıma yapmak istemeyenleri ve belirlenen ücretten fazla bir şey isteyenlerin isimlerini diğerlerine ibret olması için yazıp bildiresin ki, gerekli ceza verilsin. Bu emrime uygun hareket eden hamallara da hiç kimse dokunmasın.”
Fransızların ünlü şairi Lamartine bu tür yaklaşımlardan aşağıdaki hükümleri çıkarıyor: “Müslümanlar canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler” diyor, “ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin (türlerinin) hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler. Bütün sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır; bazı Müslümanlar, ömürleri boyunca besledikleri güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (güvercinlerine) yem serpilmesini sağlarlar.”
Bu konuya 04 Ekim “Dünya Hayvanları Koruma Günü…” münasebetiyle girdik.
Diyeceksiniz ki, dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar açlıktan, savaşlardan, terörden ölürken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı vatandaşları “Mahalle baskısı” saçmalığıyla baskı altına alınır, kadınların çoğu “kamusal alan”ın dışına çıkarılırken, açıkçası bu ülkede “insan hakları” güme giderken, hayvan haklarını konuşmak lüks değil mi?
Bence değil. Çünkü hayat ve şefkat bir bütündür. Hayvanlara ve bitkilere şefkat etmeyi öğrenemeyen insanlara hayat şefkat etmez. Hayvan haklarını bilmeyen, insan haklarını da bilmez. Hayvan haklarına dikkat etmeyen, insan haklarını da umursamaz. (Tabii hayvanlara şefkati köpekle sınırlamamak gerekiyor).
Ormanları yakıp hayvanları sokağa atanlar, ya da öldürenlerle insanları inançlarından, ibadetlerinden, kıyafetlerinden, siyasetlerinden ötürü kınayanlar aynı sevgisizliğin, aynı şefkatsizliğin, ürünleridir. Bu yüzden Osmanlı ceddimizin yalnız insanlara değil, hayvanlara ve bitkilere, yani çevreye karşı gösterdikleri duyarlılığı özümsememiz ve o duyarlılıktan ders almamız gerekiyor.
Tabii “ders” alabilmek için bilmek lâzım. Burada açıkça ifade etmeliyim ki, Osmanlıların hayvanlara yönelik şefkat ve merhamet sistemi şaşırtıcıdır; o kadar ki, vahiy medeniyetinden kopuşumuzun nelere mal olduğunu düşündürüyor.
O zaman anlıyorsunuz ki, Osmanlı olmak, hayatı yaradılış hikmetiyle birlikte idrak edip, o idrak istikametinde Allah’a ulaşmaktır!
Anlıyorsunuz ki, Osmanlı olmak, “Canlı cansız bütün varlıklar Allah’ı tespih eder” anlayışını hayata hâkim kılmaktır.
Bu yüzden Osmanlılar, yalnızca insanın yaşama hakkına saygı gösterip mutlu olmasını esas almadılar, hayvanların ve bitkilerin de “oluş” hakkına ve yaradılış hikmetine bağlı yaşadılar.
Yabancı gezginlerden Elisee Recus yazıyor: “Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır... Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde ise bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlayabilirsiniz. Eğer evin bacasında leylekler yuva yapmışsa bilin ki o ev bir Türk evidir.” (Küçük Asya. c. 9)
Öyle bir hassasiyet ki, Osmanlı askeri teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla ünlü Comte de Marsigli, hayvan sevgisi konusunda Osmanlıları biraz “aşırı” bulmaktan kendini alamıyor:
“Şunu da itiraf etmeliyim ki, Müslüman Türkler, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp, hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler (yayarlar).”
Bu konuda Türk düşmanı Avukat Guer çok çok enteresan bir örnek veriyor:
“Hayvanları beslemek için, Osmanlıların vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar... Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür...”
Ve bugün bile akıllara durgunluk veren bir gerçeğin altını çiziyor:
“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler… Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs)
Daha ne diyelim: Vahiy medeniyetinden kopuşumuzun faturasını sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkiler de ödüyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi