Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Kürtler, Lazlar ve sizler-bizler

Kürtler, Lazlar ve sizler-bizler

Gazetelere göre, Kürtlerden sonra Lazlar da açılım istemişler…
Bu tür haberleri okurken nedense çocuklaşır, ilkokul günlerime dönerim. Arkadaşlarımdan biri (hangisi olduğunu hatırlayamıyorum) kolundaki kırmızı kollukla çok havalı duruyor karşımda. Kırmızı kolluğun üstüne nakış iğnesiyle ablasının işlediği beyaz yazıyı sökmeye çalışıyorum: “Lz. Kl. Bşk.”…
Anlamını çıkaramayınca da soruyorum: “Ne yazıyor?..”
“Lazca Kolu Başkanı” diyor gururla, “Başöğretmen seçti.”
Bizim Başöğretmen (çocukluğumun ilkokullarında müdür yerine başöğretmenler vardı) Hikmet Bey seçime filan pek yüz vermez, gerektiğinde atama yoluyla işi hallederdi. Mümessiller ve öğrenci başkanlarının tamamı onun tarafından atanırdı. Ne de olsa tek parti kültürünün çocuğuydu.
“Ne işe yarıyor?” diye soruyorum bu kez.
“Lazca konuşanları Başöğretmene şikâyet edeceğim.”
“Yani şimdi ben Lazca konuşsam da söyler misin?”
Kısa bir tereddütten sonra karşılık veriyor: “Evet, vazife vazifedir.”
“Peki sen evinde hiç Lazca konuşmaz mısın?”
Bu soruya uzun süre cevap veremediğini, sonra da kem-kümlerle geçiştirdiğini hatırlıyorum. Çünkü hepimizin ailesinde olduğu gibi, onun ailesinin yaşlıları da doğru düzgün Türkçe bilmiyordu. Ailemizle iletişim kurmak için hepimiz evde Lazca konuşmaya mecburduk.
Zaten bizim köyde mecbur olmadıkça Türkçe konuşanlara “kibirli” gözüyle bakılır, ondan hazzedilmezdi.
Diyeceğim şu ki, yalnız Osmanlı asırlarında değil, Cumhuriyetin ilk yıllarında bile uzun süre “Lazistan” olarak anılan bölgede Lazca konuşulması yasaktı.
Üstelik de Laz öğretmenler bu yasağa bekçilik ediyor, Laz çocukları Lazca konuşanları ihbarlamakla görevlendiriyordu.
Oysa aynı öğretmenlerin kendi aile içi hayatlarında Lazca konuştuklarını adım gibi biliyordum.
Konu zaman içinde öylesine abartıldı ki, günün birinde tek kelime Lazca konuştuğum için Laz öğretmenimden enseme okkalı bir şaplak yedim.
Yıllar sonra bir köy düğününde bunun hesabını yarı şaka yarı ciddi sorduğumda gülmüş, “Vaktiyle Köy Enstitülerinde bize ‘tek lisan, tek vatan, tek millet’ diye öğretmişlerdi” demişti.
Bilmez olur muyum? Biliyorum ve ana dilde konuşamamanın, yazamamanın, okuyamamanın acısını bugün bile içimde hissediyorum.
Oysa hayatımın hiçbir döneminde “Lazcılık” diye bir dâvam olmadı. Ne var ki eski bir lisanın göz göre göre kaybolması, yok olması yüreğimi daraltıyor. Lazlar varolduğuna göre Lazca da var olmalıdır.
Siyasi ve ideolojik saplantılara payanda yapılması dışında Kürtçe’ye de, diğer etnik dillere de böyle bakıyorum.
Çevremde Kürtçe, ya da başka bir dille konuşulması beni rahatsız etmiyor. Bundan asla rahatsızlık duyulmaması gerektiğini de düşünüyorum.
Peki yıllar boyu neden rahatsızlık duyduk da yasakların gölgesinde yaşadık?

Havanın sulusepken serpiştirdiği kış günlerinden birinde, Başöğretmen Hikmet Bey, beni tahtaya kaldırıyor: “Türklerin dünyaya dağılışını anlat” diyor, “hani şu büyük göçü.”
Çocuk safiyeti içinde anlatmaya başlıyorum: "Orta Asya'da kuraklıktan deniz kurudu... Deniz kuruyup verimli topraklar da çoraklaşınca, Türk boyları, yani büyük büyük büyük atalarımız dünyanın dört bucağına göç ettiler. Gittikleri her yere üstün medeniyetlerini götürdüler. Biz Anadolu'ya geldik. Kimimiz doğusuna, kimimiz batısına, kimimiz güneyine, kimimiz kuzeyine yerleştik. Zamanla aksanımız farklılıklar gösterdi. Bazı bölgelerde Türkçe’den farklı diller türedi. İklim şartlarından dolayı insanlarımızın bir kısmı esmerleşti. Bugün yurdumuzun Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yoğun olarak yaşayan vatandaşlarımız böyledir. Aslında onlar da katıksız Türk'tür."
"Peki neden Kürt olarak anılıyorlar?"
"Çünkü yaşadıkları bölge çok dağlıktır. Fazla kar yağar. Kar yağınca her taraf buz tutar. Bir yerden bir yere gitmek için buzlara basarlar. Buzlar kırılır. Kırılınca kart-kurt diye sesler çıkar. İşte bu kart-kurt sesleri zamanla Kürt şeklini aldı. O bölge halkı da bu isimle anılmaya başlandı.”
Sözün burasında saf saf soruyorum: “Ya Lazlar?..”
Bana kızıyor: “Bir de Laz çıkartma başımıza!”
Yaranmak için atılıyorum: "Peki ya Avrupalılar, öğretmenim?"
"Bütün Avrupalılar da esasında katıksız Türk'tür. Bizimle birlikte Orta Asya'dan göçmüşler. Bir ara yolları Avrupa'ya düşmüş, biz Anadolu'ya yerleşirken onlar Avrupa'ya yerleşmişler. Renkleri iklim şartlarından değişmiş, zamanla dilleri de değişmiş. Halen dillerinde çok sayıda Türkçe kelime bulunuyor. Bu da bize İngilizce’nin, Almanca’nın, Fransızca’nın aslının Türkçe olduğunu gösteriyor. Kısacası bütün dünya milletleri Türklerden türemiştir. Bütün diller Türkçe’den doğmuştur. Buna Güneş Dil Teorisi deniyor..." (Ne masaldı ama! Sözde tarihçiler bu masala inanmış gibi yaparken, Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük tarihçilerden Ahmet Refik burun kıvırıyor, bu yüzden yönetimin hışmına uğrayıp önce üniversitedeki kürsüsünden atılıyor, sonra tüm devrim yobazları tarafından aşağılanıyor, hakarete maruz kalıyor, dünya cehennemine atılıyordu)
"Şu halde?.."
"Şu halde, Türkiye Avrupa'nın, Avrupa Türkiye'nin bir parçasıdır. Böyle olunca da Avrupalı gibi giyinmemiz, Avrupalı gibi yazmamız, Avrupalı gibi yaşamamız, Avrupalı gibi düşünmemiz, Avrupalı gibi yürümemiz, Avrupalı gibi oturup kalkmamız..."
Batılılaşma histerisine böyle bir kılıf uydurulmuştu, ama mızrak çuvala sığmadı işte!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi