Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Selâhaddin Eyyûbi

Selâhaddin Eyyûbi

Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin gibi bölgeleri fethedip Diyarbakır’dan Yemen’e kadar uzanan bölgede “Eyyubîler Devleti”ni kuran meşhur cihangir Selâhaddin Eyyûbi’nin (04 Mart [1193] ölüm yıldönümüydü) hayatından günümüze öyle yansımalar var ki, onlardan birkaçını özümseyebilmek bile bir insanı hayat boyu diri tutabilir.
Selâhaddin Eyyûbi’nin hayatını romanlaştırmış (arzu edenler, 0212 444 24 14 numaralı telefondan isteyebilirler) bir yazar olarak söylemeliyim ki, Selâhaddin, hiç tartışmasız büyük bir cihangirdi. Ama onu tarih içinde devleştirip tüm yöneticilerin ondan ilham almasını gerektiren yönü cihangirliği değil, imanî, vicdanî ve ahlâkî meziyetleriydi…
Özetle, insanlığıydı.
Özellikle Mısır fethinden sonra kendini idrak etti; tarihçi Len Paul’un deyişiyle, bir anlamda kendi içine yürüdü. Varlık sebebini keşfe çıktı ve cihangirliğinin örtemediği acziyetini kavradı.
Asıl o zaman “Salâhüddin” (iyi dindar) oldu.
Tarihçi Len Paul cihangirin özelliklerini şöyle sayıyor:
* Çok dindardı; çok müsamahakârdı; insanların hakkına-hukukuna riayetkârdı; sevgi dolu bir yürek taşıyordu ve sevgisi herkesi kapsıyordu; dünya zevklerine düşkün değildi: Gösterişten nefret ederdi. Sade giyinir, çadırda otururdu; inandığı gibi düşünür, düşündüğü gibi yaşardı; çok okur, çok dinler, çok düşünürdü; ikiyüzlülük yapmaz, evinde ayrı, dışarıda ayrı bir hayat yaşamazdı; âdildi, affediciydi, yumuşak huyluydu, mertti, cömertti, dürüsttü, sabırlıydı ve cesurdu…
Kısacası, “kâmil insan” dendiğinde aklımıza gelen meziyetlerin çoğuna sahipti.
Cihada (Allah rızası için mücadele etmek) âşıktı. Bu uğurda, çoluk çocuğundan, sülalesinden, yuvasından ve bütün mal ve mülkünden ayrılmaya razı olmuş, derme-çatma bir çadırda yaşamaya katlanmıştı.
Neden sarayda oturmadığını soranlara hep aynı cevabı verirdi: “Peygamber’imin Mirac’a çıktığı yer (Kudüs) Haçlı istilasında iken, bana sarayda oturmak yaraşmaz!”
Cihad başladıktan sonra mücahidlere yardım dışında hiçbir yere tek kuruş harcamazdı. Kimi görgü şahitlerinin ifadesine göre, Sultan Selâhaddin, savaş anında saftan bir safa atının üstünde koşturur, askerleri özendirir, aralarında koştururken, “Yâ’lel İslâm - İslâm’a yardıma koşun!” diye bağırırdı.
Halkı hayatı boyunca Selâhaddin’den tek konuda şikâyetçi oldu: Hep asık suratlı oluşundan yakındılar.
Bir dönem şikâyetler o kadar arttı ki, bir cuma imamı, halkın sesine tercüman oldu: Hutbede, tebessümün faziletlerini anlattıktan sonra: “Halkına karşı güler yüzlü olmayan idarecinin, halkından sevgi ve saygı bekleme hakkı yoktur” dedi.
Sultan Selâhaddin, bunu duyar duymaz İmam’ın ziyaretine gitti: “Galiba beni kasdettiniz?”
Yönettiği ülkede hak-hukuk vardı. İmam hiç korkmadan, teklemeden “Evet” deyiverdi.
Selâhaddin Eyyûbi, derin bir iç çekişten sonra: “Hocam” diye konuştu, “Allah Resulünün mi’raca çıktığı Mescid-i Aksa haçlıların elinde, Hz. Ömer’in emaneti Kudüs esir; bu durumda ben nasıl güleyim?”
Ve hıçkırarak ağlamaya başladı.
Kuşkusuz bu samimi sadakati sebebiyle, Allah, Kudüs’ün fethini ona nasip etti.
“Bir tek namazımı bile cemaatsiz kılmadım” diyebilecek kadar düzgün Müslüman olan sultana...
Kur’an okumayı ve dinlemeyi çok sever, okurken ve dinlerken ağlardı.
Kudüs’ün fethi esnasında mübarek beldede kan dökülmesin diye çok çaba sarf etti; bunu kısmen de başardı.
Tüm görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışan Sultan Selâhaddin, mazlum Müslümanların yüzünü yıllar boyu güldürdü.
İsteseydi göz kamaştırıcı saraylarda yaşayabilir, her anlamda keyfine bakabilirdi. Fakat o dünyada kalacak hiçbir şey istemedi.
Yüzü ve yüreği böylesine ebediyete dönüktü. Ölüm anı da ibret oldu…
Şam’da ölüm döşeğindeyken, vasiyeti üzerine kefenini bir sırığın ucuna bayrak gibi bağladılar ve sokak sokak dolaştırdılar. Bir yandan da tellâllar şöyle bağırıyorlardı: “Ey ahali! Bunca beldeler fethetmiş, krallara diz çöktürmüş Sultan Selâhaddin’in son haline bakın ve ibret alın! İşte Selâhaddin’in son serveti: Sadece bir kefenle dünyadan gidiyor!”
Bağıranlar da, duyanlar da ağlıyorlardı.
Onun hangi millete mensup olduğunu tartışmak yerine, anlamaya çalışmak daha doğru olsa gerektir.
Hz. Ömer’den yüzlerce yıl sonra Kudüs’ü tekrar fetheden Selâhaddin Eyyûbi, Hz. Ömer’in izini sürdü, Yavuz Sultan Selim de Selâhaddin’in… Hz. Ömer Arap, Selâhaddin (büyük ihtimalle) Kürt, Yavuz ise Türk’tü.
Ama etnik kökenlerini sözkonusu etmeden Peygamber-i Âlişan Efendimiz’in işareti istikametinde ümmete hizmeti varlık sebebi saydılar.
Biz bunu neden yapamayalım?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi