Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Pişmanlık

Pişmanlık

Yaşlılarla sohbet ederken, ittifak halinde vurguladıkları bir nokta var:
“Ömür ne kadar da çabuk geçti” derler.
Bir koşturmaca içinde hayat geçiyor.
Önce kendi istikbalimiz için çırpınıyoruz...
Ardından çocuklarımızın maddî dünyalarını inşa etmek için didiniyoruz...
Derken, sıra torunlara geliyor: Onların dünyalarını da hâle-yola koyduk mu, rahatlayacağımızı düşünüyoruz.
Bir de bakıyoruz ki aynaya, saçlarımız bembeyaz olmuş...
Yüzümüz kırışmış...
Gözlerimiz eski parlaklığını kaybetmiş...
Bitip tükenmişiz açıkçası! Hastalıklar da ardı ardına gelmeye başlamış, ağrılar sökün etmiş.
Başlıyoruz o zaman, “Ah bir daha genç olacaktım ki” diye yakınmaya.
Hiç kuşkunuz olmasın, bir daha genç olsak, aynı yoldan aynı noktaya gelirdik.
Tabiî artık mümkün değil.
Bu yaşa kadar kazandıklarınızın tamamını dahi verseniz, gençlik gitti gider.
Artık siz, istikballerini hazırlamak için kendinizi heba ettiğiniz çocuklarınızın, gelinlerinizin, torunlarınızın nazarında, gün sayan, gün sayarken pek bir şeye yaramayan, hiçbir şeye yaramayan; düşüncelerini açıklamaması, fazla konuşmaması, aile işlerine karışmaması gereken bir ihtiyarsınız yalnızca.
“Dünkü çocuklar” sizi azarlar...
Sözünüzü keserler...
Hiçbir teklifiniz ciddiye alınmaz...
Söyledikleriniz kulak ardı edilir.
Farkedersiniz ki, “dünkü çocuklar” büyümüş, sizi beğenmez olmuşlar!
Huzurunuz kaçar...
“Bunlar için mi çabaladım?” diye düşünürsünüz.
Fakat artık dönüşü yoktur.
Gerçi âlemde “bahtiyar ihtiyar”lar da var, ama büyük şehirlerde ihtiyarlık zor zenaat!
Hele bir de eşiniz ölmüşse, Yusuf kuyusunun en dibine yuvarlanırsınız.
Evde kalsanız, “ayak altında dolaşma” denir...
Kahveye filan kaçsanız, çay parasına lâf ederler.
Adınız “ihtiyar”a çıkar.
Bütün ihtiyacınız yeme-içme, giyinme ve uyuma ile sınırlı zannedilir.
Zaman zaman gelin hanımların, hattâ öz evlâtlarınızın, “Sırtı pek, karnı tok, daha ne istiyor?” diye sizden yakındıklarını duyarsınız.
Ölmek istersiniz, ölemezsiniz; yaşama isteğiniz ise sağır kulaklarda ve hissiz yüreklerde paramparça olur.
Eğer ailenin maddi durumu iyi ise, sizi huzurevine özendirmeye çalışırlar. Akşamları açılır bu konu, huzurevlerinin ne kadar huzurlu olduğundan filan bahsedilir.
Nihayet bir gün, gençliğinizde aklınızdan hiç geçirmediğiniz bir huzurevine gönderilirsiniz.
Karar verilmiş, size de uymak kalmıştır.
Yaralı yüreğiniz bin kere “hayır” çığlıkları atarken, sessizleşir, mecburen kabul edersiniz.
“Bari sık sık gelin, torunları özlerim.”
Önceleri her hafta, sonra her ay, derken bayramdan bayrama gelirler...
Nihayet geliş gidişlerin ardı arkası kesilir; kimsesizlerden farksız olursunuz.
Dinimiz, “ana-babaya öf dedirtmemeyi” öngörse de, artık yaşlıları huzurevine gönderme modasına bizim mahalle halkı (dindar kesim) de uydu.
Avrupaî hayat anlayışı hem inanç manzumemizi kemirdi, hem de geleneklerimizi. Anlayacağınız, Avrupa’dan gelenek nakli yaptık..
Çocuklarımıza han hamam bırakmak için gösterdiğimiz çabanın birazını onları iyi birer insan olarak yetiştirmeye ayırabilseydik, yaşlılarımız hiç olmazsa evlerinde ölürlerdi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi