DEĞİŞİM VE YABANCILAŞMA

DEĞİŞİM VE YABANCILAŞMA

Değişimin olmaması veya değişime direnmek mümkün müdür?
Hani, “Ben atalarım gibi, at, eşek ve deveden gayrisine binmem”, diyebilir misiniz? Ya da “eskiden uçak, hızlı tren, deniz otobüsü yoktu. öyleyse onları yok sayıyorum”, demek mümkün müdür?
Hele savunma savaşı vermek zorunda iseniz, tank, top, füze, atom vb. silahlara karşı, ben ok-yay, kılıç, mızrak ve topuzla savaşarak vatanımı korurum mu diyeceksiniz?
Avrupalı konkistadorlardan, çok daha dürüst ve ahlâklı olan Amerikan yerlilerinin içine düştüğü durum ne kadar tercih edilebilirse, bu tür düşüncelerde o kadar ısrarcı olunabilir. Ateşli silâhlara sahip, insanlık kaçkınlarının karşısında; oklarınız, sağlam ve dayanıklı çıplak vücutlarınız ne kadar dayanabilir?
Değişim denilince, elbette tartışılan konular çoğunlukla bunlar değildir.
Değişim konusunda öne çıkan konular; daha çok toplum kültürü, sosyal yapısı, davranış tarzı, değerler dünyası ile ilgili konulardır.
Onun içindir ki, teknolojik değişime evet, ama diğer konulara ne gerek var itirazları devreye girmektedir.
“Değişmeyen hakikat, değişimin kendisidir”, çok bilmiş sözünün altında ezilmemek için değişim gerçekliğini kabul etmek zorunda kendinizi hissedersiniz.
Eğer aynaya bakıyorsanız, her gün değişiklikleri kendi bedeninizde hissetmeniz mümkündür. Kara saçlı iken ak saçlı oluşunuza ne kadar direnebilirsiniz ki? Koşup-zıplarken bedeninizin kendini zor taşıdığı demlerin kaçınılmaz olduğunu hissetmek için, değişime direnmenin de değişmeyi kabul etmenin de dışında beklemeniz yeterli..
Bu konuda İbni Haldun’un tespiti daha akıllıca. O, değişim seli içinde değişmeyeni bulma derdinde. Onun için ince bir araştırıcı zekâ ile görünen değişikliklerin arkasında değişmeyeni yakalama peşinde. “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzediği kadar benzer” derken, lafazanlık yapmıyor. Görünenlere delici bakışlar fırlatarak, sonlarını kavramak istiyor.
Sosyal değişimlerde de o “suyun suya benzediği kadar benzeyen” yanlar vardır. Sosyal yapıların da, biyolojik, fizik yapılar gibi değişmezleri bulunuyor. Diyelim ki, ahlâkî tefessühün yıkım getirdiğini anlamak için Vezüv yanardağının patlamasını beklemeye gerek yoktur. Ya da sosyal çöküşün, benzer nedenler olduğu zaman gerçekleşeceğini idrak etmek için, Lutî bir derinliğin dibini boylamaya ihtiyaç duymak gerekli midir?.
O zaman değişimin nesini tartışıp değerlendireceksiniz?
Aslında bizde, “değişim” kavramı gerisinde tartışılan değişim değil, yabancılaşmadır.. İtirazlar, kabullenme konusundaki tereddütler; şüpheli sisler gerisindeki değişim adı altında dayatılan yabancılaşmayadır..
Onun için, büyük çoğunluğun söyleyeceği şudur: “Değişime evet. Fakat kendi istediğimiz şekilde.. Avrupa’nın veya yerli maşalarının dayattığı tarzda değil..”
İnsanlarımız artık, Hıristiyan Batının istediği değişim modellerinin, ancak onların işine yaradığını, onların emellerine hizmet ettiğini defalarca tecrübe etmiş bulunmaktadır..
Bir şey daha artık bilinir durumdadır:
Batıcı değişimi savunan, geliştiren, Türkiye’de uygulayanlar, kendi elleriyle ülkelerini Batının hizmetine sunup, küçülten, soydurup, güçsüzleştiren yerli elemanlardır. Farklı genlerdeki bir ülke olarak insan Almanların tabiriyle “file balık aşısını” nasıl gönül rahatlığı ile yapabilir?
çünkü, Batılılaşma serüvenimiz başladığından bu yana akıbetimiz, sürekli ufalanıp, parçalanmak, işgallere, yenilgilere uğramak olmuş.. Bu durum bir tesadüf müdür?
Batı tarzı yeni dayatmaların, yeni güçsüzleştirme, parçalama, işgal hamlelerini getirebileceğini düşünmek, haksızlık olur mu?
örneklerin çokluğu, geriye dönüp bakmayı, ince ince araştırmayı bile âdeta gereksizleştiriyor..
Fransız tipi yenilik hamlesi geçmişte, Fransa’nın Mısır’ı işgalini (1798) getirmişti.. Tanzimat-Islahat; ekonomik esareti tetiklemiş, işgallere zemin hazırlamıştı.. Birinci Meşrutiyet’in ardından “Yavru vatan Kıbrıs”, “Nil-i Mübarek”in “Mısır-ı Ulyası” İngiliz işgaline terk edilmiş, Kars-Ardahan-Batum Rus eline verilmişti.. İkinci Meşrutiyet’te Doğu Trakya/Bulgaristan’ın kaybedilmesi, Trablusgarp-Balkan harplerinin kaynaması tesadüf müdür? Müslüman Türkler, uhuvvet (kardaşlık), Osmanlı Milleti, müsavat (eşitlik), hürriyet yaveleri ile oyalanırken Rum, Ermeni ve Yahudilerin bölücülükteki hazırlıkları nasıl izah edilmelidir?
Alman ıslahatlarının, Osmanlı Devleti’nin yok oluşunu sağlaması, artık büyük vatanın “harîm-i ismeti” olan Anadolu’nun bile çiğnenmesi, asumanî bir belâ gibi musibetlerin yağmasının bir “yenilikçi” izahı olmalı değil midir?
Yenilik, kaçınılmazdır. “Yer uyanık, gök uyanıkken uyumak maskaralıktır” tamam.
Ama neden bin yıllık hasmın kafası ve gözü ile.. Niçin bu kadar cellâdına teslim olma saflığını göstererek?
Değişime elbette evet denmeli.. Ama yabancılaşmaya asla...


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi