Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

“Kör”lerin “tek gözlü” adama bile tahammülü yokt

“Kör”lerin “tek gözlü” adama bile tahammülü yokt

Bazı okurlarım, gönderdikleri “mail”lere “isim”lerini veya “telefon”larını yazmadığı için, onları arama imkânı bulamıyorum... Yine böyle oldu...
Bir okurum, güzel bir “hikâye” göndermiş ama arkadaşların bana getirdiği “çıktı”da “isim” yoktu... Ya arkadaşlar “eksik çıktı” aldı, ya da “mail”i gönderen okurum ismini yazmayı unuttu...

Bunun için de; şimdi aktaracağım “hikâye”ye ismini yazamıyorum.
Efendim, hikâye şu:

Bir adamın “tek gözü” varmış...
Bu yüzden de, çevresindeki insanlar, hep dalga geçermiş kendisiyle:

“Kör aşağı, kör yukarı!”
KÖRLER DİYARINDA SINAV!

“Bir gözü kör” adam, bu duruma çok üzülür, çok içerlermiş...
Sonunda; “Ben buralarda duramam” deyip, düşmüş yollara...

Az gitmiş, uz gitmiş derken, bir “diyar”a gelmiş ki, “tek gözüyle” bir de ne görsün!.. Geldiği diyardaki herkesin, “iki gözü de kör”müş!..
Kendi kendine demiş ki;

“Ben buraya yerleşirsem, bu tek gözle, bu diyarın kralı olurum!”
Yerleşmiş oraya...

Gel zaman, git zaman; “tek gözüyle görmesi” yüzünden, pek çok “hadise”yi görmeye ve “arıza”ları gidermeye, “sorunları çözmeye” başlamış...
Derken, şöhreti her yana yayılmış...

Demişler ki;
“Bu adamı kral yapalım.”

Karar vermişler vermesine de, adamın “sınav”dan geçmesi gerekiyormuş...
“Bilge heyeti” gelmiş, adama “test” uygulamaya başlamışlar...

Heyetten birisi, ayağa kalkıp, “tek gözlü adam”ın sağını-solunu, elini-kolunu, gözünü-kaşını yoklamaya başlamış...
Bu arada, heyettekilerden biri “ayağa kalkmış” ve sormuş “tek gözlü”ye;

“Söyle bakalım, ben ne yaptım?”
Cevap vermiş tek gözlü;

“Ayağa kalktın!”
Heyet üyeleri müthiş şaşırmış.

“Nasıl bildin?” diye sorunca;
“Ben görüyorum” demiş adam...

“Nasıl?” demişler;
“Benim gözüm var” demiş;

“Onunla görüyorum!”
O güne kadar “gözleri tamamen kör” olduğu için, “göz” nedir, “görmek” nedir bilmeyen ahalinin şaşkınlığı devam ededursun; “tek gözlü”yü inceleyen heyet üyesinin parmağı, “tek gözlü adamın gözüne” değmiş...

“Bu nedir?” diye sormuş.
Cevap vermiş:

“İşte o, benim gözümdür...
Ben, her şeyi onunla görüyorum!”

Kör adam, “tek göz”ün içine parmağını sokmuş ve adamın tek gözünü de çıkarmış!..
Karşıdaki “bilge” oturmuş yerine ve sormuş; “Şimdi söyle bakalım, ben ne yapıyorum?”

Adam cevap vermiş:
“Bilmiyorum...

Çünkü artık görmüyorum!”
“Tamam” demiş, heyet üyeleri;

“İşte şimdi arızayı bulduk!.. Bundan sonra, her şey normale döner!”
Anlayacağınız;

Her şey, “eskisine” dönmüş...
Okurum, bu hikâyeyi anlattıktan sonra, “hikâyenin anafikri”ni şöyle özetlemiş:

“Anlayacağınız; bu ülkede gözü gören insan istemiyorlar. Tek gözü de görse, hiç göremesin istiyorlar. Çünkü böyle gelmiş, böyle gitsin istiyorlar...
Artık görenlerin sayısı çoğalsın istiyoruz... Birileri kör etmeye çalışırken; bizler gördürmeye, göstermeye çalışmalı değil miyiz?”

BU DA BİR TERÖR!
Evet; “görmeye” ve “göstermeye” çalışmalıyız... Hatta, buna mecburuz.

Zaten, yaptığımız da bu!..
Kaldı ki;

Sadece “görmek” ve “göstermek” de yetmiyor... Olan-bitenlerin “perde arkası”nı da anlatmak gerekiyor... Ben, yıllardır bunun mücadelesini veriyorum.
Okurum; “Bu ülkede” diyor;

“Yıllar yılı insanların edep, ahlâk ve inançlarına yönelik sistemli saldırılar yapıldı... Toplumu yeşertecek gençlerin heyecanları, enerjileri, arzu ve istekleri katledilmeye çalışıldı!..
Bu da bir terör eylemi değil mi?..

Evet, burada; insanlar biyolojik olarak katledilmiyor ama iman ve aşkları yok ediliyor... Bu da bir terör, bu da bir soykırımdır!”
Okurum, yerden-göğe haklı.

Gerçekten de, bu ülkede, insanların “inanç”larına yönelik “kıyım operasyonları” düzenlendi... Bu operasyonda da; “kitap”lar kullanıldı, “tiyatro”lar kullanıldı, “gazete”ler kullanıldı, “televizyon”lar kullanıldı, “siyasî baskı”lar kullanıldı, “askerî dipçikler ve postal”lar kullanıldı!..
DUDAĞI KIPIRDADI DİYE!

Dünkü Akit’te okudunuz:
1941 yılında “Ezan ve Kametin Türkçe Okunması” kararını yetersiz bulan CHP’liler, Meclis’e; Türk Ceza Kanunu’nun, Arapça Ezan ve Kamet okuyanlara 3 ay hapis ve para cezası öngören bir değişiklik teklif etmişler... Yasa değişikliği teklifi, 23 Mayıs 1941 günü Meclis’te görüşülmüş... Milletvekilleri arasında hararetli tartışmalar yaşanmış... Milletvekillerinden bazıları Arapça ezan okuyanlara, bazıları ise Türkçe okumayanlara ceza verilmesini istiyormuş... Arapça ezan okunmasını isteyenler ise susturulmuş...

O dönemde Antalya Milletvekili olan Rasih Kaplan, tarihler 23 Mayıs 1941’i gösterdiğinde çıkmış Meclis Kürsüsü’ne ve “Bu işlere karışmayalım” deyip, şahit olduğu bir olayı da şöyle anlatmış:
“Size bir misal arz edeyim: Antalya’dayım, Müdde-i umuminin (savcının) yanında müftüyü gördüm, isticbab ediliyordu (sorgulanıyordu).

Hayret ettim, çünkü Antalya’daki müftü taa Milli Mücadeleden bugüne kadar müftümüzdür.
Milli Mücadelede çok çalışmış karakterli bir arkadaştır. Kendisi, cürüm (suç) ve ceza ile alâkası olmayacak derecede sâkin, iyi ahlâklı bir insandır.

Binaenaleyh (müftü) gittikten sonra sordum. Müdde-i umumi dedi ki: Birisi (...) bir ihbarnâme veriyor, ‘Dün öğle namazında camiye gittim. Müftü camide idi, müezzin Türkçe kameti getirdikten sonra baktım, müftü namaza başlamadı, dikkat ettim, dudakları kıpırdıyor. Arapça kamet getiriyordu...’ Müdde-i umumi, bunun üzerine takibata başlamış...”
Gördünüz mü zulmü?..

Düşünebiliyor musunuz;
“Dudakları kıpırdadı” diye sorguya almışlar müftü efendiyi!..

DERTSİZ-ÇİLESİZ BİR NESİL!
Sadece bu mu?..

Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı dün “enfes bir yazı” yazmış ve “ibret alınsın” diye, bir “hafıza tazelemesi” yapıp demiş ki;
“Bir tek imam hatip açılsın diye kıvrım kıvrım kıvranan adamlar. Sadece bir talebe yetiştirebilmek için akla hayale gelmedik meşakkate göğüs gerenler. Çalmadık kapı bırakmayan, ülkesine hizmet için aç-bî ilaç kalan öncüler.

Kur’an’ın raflarda bile saklanamadığı, ezanın dört duvar arası bir hücrede bile orijinal haliyle okunamadığı, iman-İslam-Kur’an demenin suç sayıldığı, gizli gizli kitap okuyanların bile karakollarda sigaya çekildiği dönemlerin adsız sansız kahramanları.
Hüsrev Hocalar, Süleyman Hilmi Hocalar, Celal Hocalar, Esat Hocalar, Sami Efendiler, Mehmet Zahid Efendiler, Gönenli Mehmet Efendiler, Mahmut Hocalar, Bediüzzaman’lar... Şimdi onlar için anma programları düzenleniyor.

İyi de yapılıyor.
Ancak asıl yaşatılması gereken onların adı değil; aşkı, şevki, cehdi, gayreti...

Büyük şair Necip Fazıl ne güzel söylemiş: “Hohlaya hohlaya aysbergleri eriteceğiz bundan şüphem yok; lakin etraf çamurdan geçilmez diye korkuyorum.”
Ruhun şâd olsun aziz üstat!.. Keşke korktuğun başımıza gelmeseydi. Keşke çile dolu bir neslin arkasından dertsiz, gamsız, ıstırapsız nesillere şahit olmasaydık... Eyvah ki, ne eyvah!..”

Evet, eyvah ki, ne eyvah!..
Çünkü;

“Şimdi gamsızlık, dertsizlik, ıstırapsızlık, çilesizlik revaçta. Kim bilir Âkif’ler, Nurettin Topçu’lar, Osman Yüksel’ler kabirlerinde nasıl bir ıstırapla bu manzarayı seyrediyor? Dava adamı dediğinde dudak bükenler “dava” çocuklarının ta kendisi!
“Dünya malını elinin tersiyle it ki insanlık zulmetten kurtulsun” dediğinizde duyacağın kahkaha, çileler içinde doğurduğun bir gençliğin ta kendisi!”

ONLAR, İŞLERİNİ YAPIYOR!
Peki, bu “gamsız”lıkta, bu “dertsiz”likte, bu “ıstırapsız”lık ve “çilesiz”likte, suçlu olan kimlerdir?..

Elbette “dâvâyı boşlayan”lar, “mal, mülk, şöhret, makam ve dünyalık şehveti”ne kapılıp, onların peşinde koşanlardır!
Oysa;

“Tabiat boşluk kabul etmez!”
Kim ki “dâvâ”yı boşlarsa, o boşluğu dolduran birileri mutlaka bulunur.

İşte, bugünkü 1. sayfamızda yayınladığımız Yener Dönmez’in haberi.
Özetle aktarıyorum:

“Harp Akademileri Komutanı Org. Aslan Güner’in talimatıyla, Silahlı Kuvvetler Akademisi Kursu’na katılan kurmay subayların skandal bir kitap üzerinden sınava tabi tutulduğu öğrenildi...
Aslan Güner’in sınava giren Albay adayı kurmay subaylara “okuyup, anlamalarını” emrettiği Falih Rıfkı Atay’a ait “Zeytin Dağı” adlı kitapta baştan sona Allah’a, Peygamber Efendimiz’e, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya ilişkin saygı sınırlarını aşan; hakarete varan ifadeler yer alıyor.

“Komutan” olacak subayların altını çize çize ve bazı paragraflarını ezberleyerek okumak zorunda bırakıldığı Zeytin Dağı adlı kitap Allah’a, Peygamber Efendimiz’e hakaretler içeriyor.
Neden özellikle bu kitabın seçildiği, böyle bir kitabın komutanlıkla ne alakasının olduğu, hangi askerî stratejiyi öğretmek için müdavimlere zorunlu olarak okutulmak istendiği merak ediliyor.”

Peki, bu adamların;
“Genç”lerin “inanç”larına yönelik bu “katliam ve soykırım çabaları”na karşılık, bizler ne yapıyoruz?..

Evet;
“Kur’an kursları”mız var, “İmam-Hatip”lerimiz var, “İlâhiyat”larımız var.

Ama, bir “aşk ve şevk”, bir “heyecan” ve “şuur eksikliği” olduğu kesin!..

ERDOĞAN’A KULAK VERİLMELİ

Başbakan Tayyip Erdoğan, işte bu eksikliğin farkına varmış olmalı ki; günlerdir, hançeresini yırtarcasına, “dindar nesil” diye haykırıyor.
“Genç”lere sesleniyor Erdoğan, “şuur tutulması” yaşayanlara sesleniyor ve “ciğeri yanan” biri olarak diyor ki;

¥ “Dünya ile rekabet edebilen, dünyayı yakından takip eden, meselelere sahip çıkan, bir ayağı bu topraklarda, diğer ayağı ile alemleri gezen bir gençlik tahayyül ediyoruz. En önemlisi de milli-manevi değerlerine sahip çıkan, onları yaşatan, geleceğini geçmişinden aldığı güç, gurur ve ilhamla şekillendiren bir gençlik tasavvur ediyoruz.”

¥ “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum. Kökü ezelde, dalı ebedde bir sistemin aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrakine sahip bir gençlikten bahsediyorum.”

Erdoğan’ın bu sözleri,
Bir “çığlık”tır!..

Bu sese, herkes kulak vermelidir.
Aksi halde;

Bu ülkenin “cami”leri yine “ahır” ve “depo” olarak kullanılır, bu ülkenin çocukları, Kur’an-ı Kerim öğrenmek için yine “bağ damları”na gitmeye mecbur kalır!..
Ne olur silkinelim, ne olur kendimize gelelim... “Toz pembe günler” yaşıyoruz diye, “kara günler” gelmez diye bir duyguya kapılmayalım.

İşte okudunuz “tek gözlü adam”ın hikâyesini...
“Körler ülkesi”nde “tek göze” sahip olmak bile bir “fazlalık”, bir “arıza”dır!..

Bizi “kendilerine benzetmek” isteyen “kör”lere inat, gözlerimizi dört açalım!..
Bu “şuur”da olmazsak;

“Gözümüzü” de kaybederiz,
Elimizde-avucumuzda olanı da!..

Unutmayalım, “düşman” pusuda!..


Apo’nun kaleminden KCK!

KCK’yı; “zararsız bir sivil hareket” olarak lanse etmeye çalışanlara Yargıtay’ın verdiği cevap, herhalde bir “şamar” olmuştur... Biliyorsunuz; Yargıtay, tartışmalara son noktayı koydu: “KCK, silahlı bir terör örgütüdür!” Kaldı ki, KCK’nın “silahlı bir terör örgütü” ve misyonunun da; “ülke topraklarının bir kısmını bölmek için silahlı mücadele sürdüren terör örgütü PKK’nın üzerinde bir üst yapı” olduğunu ilk söyleyen de Yargıtay değildir. Bunu “ilk” söyleyen, PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’dır...

Apo, avukatları aracılığıyla AİHM’e gönderdiği savunmada der ki;

“KCK’nın Yürütme Konseyi, yoğunlaştırılmış ve merkezileştirilmiş günlük yönetim piramidini ifade eder... Halk arasında dağılmış çalışma birimlerinin koordinasyonunu sağlar... Demokratik uluslaşmanın günlük örgütsel-eylemsel çabalarını koordine etmek, yönetmek ve savunmak durumundadır... KCK’nin halkın seçimine dayanan Genel Başkanlık Kurumu, demokratik ulusun en genel üst temsil düzeyini ifade eder... Tüm KCK birimlerinin arasındaki uyumu ve temel politikaların uygulanmasını gözetir, denetler. (...) Açık ki, bu dönemde yeni koşullar altında ulus-devlet kurumları ve güçleriyle KCK’nin kurumları ve güçleri arasında büyük rekabet, çekişme ve çatışmalar yaşanacaktır. Kentlerde ve kırsal alanlarda farklı otorite ve yönetimler söz konusu olacaktır.”

Apo bile, KCK’nın “en genel üst temsil düzeyi”nde olduğunu ifade ederken, KCK’nın “zararsız bir STK” olduğunu iddia edenlere, bilmem ne demeli?.. Ya gözleri “kör” kulakları “sağır”dır, ya da “beyinlerini PKK’ya kiraya vermiş olmalı”dırlar!..

Zira; “bağımsız bir beyin”den bu “dışkı”lar fışkırmaz!..



Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi