Necmettin Türünay

Necmettin Türünay

Camiler ve ustaları

Camiler ve ustaları

Anadolu’da şehirlerden şehirlere yol boyu ilerlerken gözünüze çeşitli büyüklükte camiler, minareler ilişir. Şehir ve kasabaların büyümesi de ana yollara doğru olduğu için, bu cami ve minarelerin çoğunun yeni yapılar olduğuna rahatlıkla hükmedebilirsiniz. Nitekim verilmiş çeşitli namaz aralarında, bu camilerin yapılış tarihlerine özellikle bakarım. Çoğu ya 1970’lerde, ya 1980’lerde ya da doksanlarda yapılmış camilerdir bunlar. Yani hemen hemen hiçbir eski camiye rastlamazsınız yol boylarında!..
Tabii bu camilerin daha başka özellikleri de bulunur. Hafif yüksek bir merdivenle çıkılmaları gibi!.. Onu inşa eden cami ustalarının ve muhitin camilere yüklediği mânâ hep aynı noktada birleşiyor. Camiler düz ayak olmasın, yerden biraz yüksek olsun gibi, umûmi bir arzudan kaynaklanıyor bu. Sırf bu sebepten değil kuşkusuz, çoğu camilerin zemin katları ya Kur’an kurslarına tahsis ediliyor, ya da dükkân, mağaza gibi işler için icara veriliyor. İşte bu alt katlar, asıl cami kısımlarının yerden yüksekliğini temin için düşünülmüş gibi bir intiba bırakıyor insanın üzerinde.
Dolayısıyla camiler böyle yerden yükseltilirken, bir de onların üstünde yükselen büyük, heybetli kubbeleri düşünün!.. Gerçekten güzel, gönle ve ruha hitab eden yapılar doğuyor buradan. Sırf bu kadar mı, sırf bununla mı sınırlı bu yeni camiler?
Elbette değil. Onların hemen yanı başında, bir veya iki tane de minare!.. Bu minarelerin de en dikkati çeken yanı, ilk şerefelerinin, ilgili cami kubbesinin hemen biraz üstünde olması. Yani deneye sınaya cami ustaları böyle bir oran geliştirmişler. Belki de eski, klasik mimarların yakaladığı bir nisbettir bu. İşin aslını tabii ki tam olarak bilemiyorum. Fakat benim dikkat ettiğim, camilerin çoğunda, kubbe ile minare arasındaki bu oransal ilişkinin özellikle gözetildiğidir.
Tekrar edecek olursak, cami kubbesinin yüksekliği ile minarenin yüksekliği arasında ilk anda fark edilmeyebilen bir ilişkinin varlığı!.. İşte bu ilişkiye göre de minarelerin şerefeleri, cami kubbesinin hemen biraz üzerinde bir hizaya denk düşürülüyor.
Tabii burda minare mimarasi ile, bildiğimiz cinsten mimarların hiçbir ilişkisinin bulunmadığını kaydetmemiz gerekir. Nitekim siz hiç minare projesi, onayı vs. gibi bir şey duydunuz mu? Elbette duymamışsınızdır. Çünkü camilerde ne kadar demir, ne kadar çimento kullanılacak? Bunlar için iyi kötü projeler yapılmıyor değil. Fakat yapılsa bile, bunların da fazla bir kıymeti yoktur.
Siz nasıl bilirseniz bilin, camilerin asıl mimarları, geleneksel birikimlerden yola çıkan diplomasız ustalardır. Diplomasız derken de onları küçük görüyor değilim. Çünkü bizde mimarlık fakültelerinde cami, minare cinsi yapıların eğitimi yapılmıyor. Bu işlere biraz ilgi gösterenler ise, sonradan sonraya kendilerini yetiştirmiş olanlardır. Onların da sayısı o kadar az ki tahmin edemezsiniz.
İşte usta-çırak ilişkisi içinde yetişen o diplomasız, adını sanını bilmediğimiz sanatkârlar var ya, onları ne kadar takdir etsek azdır. Onlar gözlerini kısarak şekul tutarlar, göklere bakarak kubbelere bir şekil, endam verirler. Size sözle anlatamayacakları inişler, çıkışlar, pencere biçimleri ve ufuklu genişlikler icad ederler. Yaptıkları işleri de haz duyarak yaparlar. Biraz ibadet eder gibi, biraz da Allah’a mahsûs bir binayı inşa ettiğinin farkında olarak, ezik büzük bir ruh hali ile, yani tam bir teslimiyetle çalışırlar. Onlar yaptıkları işin ve sanatın ne reklâmını bilir, ne de ticaretini!.. Fakat zaman zaman şöyle biraz geriye çekilerek, biraz da mesafeli bir noktadan, yaptıkları âbideye bakmaları var ki şaşar kalırsınız.
O büyük eser karşısında bu adam, nasıl da küçücük ve çelimsiz kalıyor Allahım?.. Adeta ezilmiş, neredeyse kaybolmaya ramak kalmış bir siluet!.. İşte büyük tecrübeler, büyük eserler insanı böyle mütevazı kılıyor. Eserleri büyüdükçe, yükseldikçe de onlar mağrûr olmuyor, aksine üstlerindeki bir sekinet ile, bizim gözümüzde büyüyor da büyüyorlar.
Üzerlerine güneş doğmayan bu ustaların ne sanatlarına, ne de inşa ettikleri âbidelere bir televizyon kamerasının yöneldiğini, bir ışık düştüğünü gördünüz mü? Hele biri ile bir röportaj, diğer biri ile uzun, geniş bir sohbet? Hiç olmazsa magazin tarzı bir habere kaynak teşkil ettiklerini?
İşte bütün bunlar, kendini merkez almayan bir kültür ve medeniyet sapmasından ileri geliyor. Şöyle biraz geriye çekilip kendini düşünmeye bile fırsat bulamayan, hep muhalefeti ile yatıp kalkan ve bunu bir takıntıya vardıran bir ruh hali!.. Böyle bir ruh, böyle tefekkür ne zaman kendine gelir? Kendi kendini nasıl inşa eder, bilemiyorum.
İşte o adsız cami mimarları o minare ustaları okuyup yazmadıkları, kültürünü de almadıkları halde; sırf sezgileri ile büyüyen şehirler ve yükselen apartmanlar karşısında, camilere ve minarelere bizim adımıza yeni bir şekil ve hüviyet biçiyorlar. Okumuş yazmış sınıfların hiç de sorun etmediği bu tür konuları onlar düşünüyorlar. Sanki camiler yerlerde sürünmesin gibi bir hisle, onu göklere doğru çekiyor da çekiyorlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Necmettin Türünay Arşivi