Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Farklı “doğru”lar arasında kalmak

Farklı “doğru”lar arasında kalmak

Çocukluğum farklı doğrular arasındaki çelişkiler yumağında geçti.


Başöğretmenim (o zamanın ilkokullarını yöneten öğretmen) farklı anlatır, babam farklı konuşurdu: İkisinin arasına gide-gele yorulmuştum.


Meselâ babam Osmanlı’ya bayılır, başöğretmenim ise müfredat gereği bahseder, söz arasına eleştiriler serpiştirirdi.


“Eskiden” diye söze başlayınca, Osmanlı ceddimizi kast ettiğini anlar, kulak kesilirdim...


Fakat başöğretmenimin geçmişimiz konusunda (diğer pek çok konuda olduğu gibi) da kafası karışıktı...


Osman Gazi’yi, Fatih’i, Kanuni’yi över, ama “eskiden...” diye başladığı cümlelerle de o dönemleri hırpalardı.


Bu çelişki bazılarımızın dikkatini çekerdi. Ama soramazdık. Sorunca kızardı. Çünkü kendi çelişkilerinin o da içinden çıkamıyordu. O da tıpkı bizim gibi, gerçeklerle öğretilenler arasında kalmıştı.


Gerçeği söylese öğretilene ters düşüyor, öğretileni tekrarlasa gerçekler vicdanını sızlatıyordu.


Neyse; bir gün yine sınıfa girdi, bacaklarının üstünde yaylandı ve “Eskiden kadına değer verilmezdi” diye başladı, “Kafes arkasına kapatılırdı. Çarşaf giydirilirdi...”


Bazılarımızın annelerinin çarşaflı olduğunu hatırlamış olacak ki, şöyle devam etti: “Yani çarşaf giyen olabilir tabii de, kafes arkasına kapatmak olmaz. Kadının oy hakkı da yoktu üstelik. Türk kadınına bütün hakları Atatürk verdi.”


Derin bir nefes aldığını hatırlıyorum. Bir yükten kurtulmuş gibiydi. Parmağımı havada görünce, tedirgin oldu:


“Ne var?” diye sordu sertçe.


“Ama eskiden seçim yoktu ki öğretmenim, dolayısıyla kimsenin seçme hakkı yoktu. Erkeğin de...”


“Otur” dedi bana, “ukalâ.”


Oturdum. İnsan yıllar boyu boş boş oturamaz. Okudum ve araştırdım.


Gördüm ki, bu “kafes-çarşaf” hikâyesi geçmişi kötülemek için uydurulmuş diğer hikâyeler gibi tabansız. Osmanlı asırlarında kadın, şimdiki çoğu kadınlarımızdan daha aktif...


O kadar aktif ki, Osmanıl Devleti’ni kuran Kayı Aşireti içinde kadınlar “Bey Ana”, “Bacıbey”, “Gazi Ana” gibi rütbelerle organizasyonlara önderlik ediyorlar.


Bu organizasyonlardan biri de Anadolu’nun Müslümanlaşmasına yüreğini katan anaların oluşturduğu “Bacıyân-ı Rûm”dur (Anadolu Bacıları).


İnsan, erkeklerin egemen olduğu şu toplumsal yapıdan geçmişe bakınca, tüm geçmişimizde kadının “silik bir gölge” olarak yaşadığını düşünebilir. Halbuki gerçek bu değil... Gerek İslâm öncesinde ve gerekse İslâm sonrasında kadın, sadece “anne” kimliğini taşımakla yetinmemiş, yanı sıra, geleceği belirleme konusunda da son derece önemli görevler üstlenmiştir...


Bu durumda, Çanakkale’de ve İstiklâl Savaşı’nda kadınlarımızın yaptığı fedakârlıkları, eski dönemden gelen tarihsel işlevin bir yansıması olarak algılamak gerekmektedir...


Bu yaklaşım, kadınımızın tarihsel misyonuyla buluşmasıdır. “Türkiye’de kadın kimliği”ni bu zemine oturtmak gerekiyor.


İlâhî Kitabımız, “kadın”ın “erkek”le birlikte cennette var edildiğini söylüyor ki, erkeğin birkaç saat ya da birkaç gün (birkaç ay yahut yıl) önce yaratılmış olmak dışında bir imtiyazı yok...


Erkeğin kadından bir süre önce yaratılmış olması ise, asla sorgulanamaz İlâhî bir tercihtir. Bu tercihte belki asıl vurgulanmak istenen, erkeğin kadına olan ihtiyacıdır. Çünkü Hz. Âdem cennette mutlu olamamış, bir “eş=arkadaş” istemiştir.


Başka bir deyişle “kadın”a ihtiyaç duymuştur. Hz. Havva (kadın), bir yarım kalmışlığı (erkeğin yarım yamalaklığını) bütünleme isteğinin ürünüdür.


Yaratıcı Kudret, böyle murad etmiştir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi