Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

12 Eylül’den insan manzaraları

12 Eylül’den insan manzaraları

1960 darbesinde 7 yaşında bir çocuktum. 71 darbesinde 18 yaşında bir genç ve 80’de de 27 yaşında bir gazeteci idim. Yani üç darbeyi de bizzat yaşadım. Her darbenin nasıl evlerimize, sokaklarımıza, mahallelerimize, köylerimize, kasabamıza, şehirlerimize bir işgal ordusu dehşetiyle saldırdığını, ruhlarımıza nasıl deli gömlekleri giydirdiğini yaşayarak, o acıları damla damla tadarak gördüm. Kendime hep şu soruyu sordum:

- Bu darbeleri yapanlar ve ülkeyi bir kan gölüne çevirenler acaba başlarını yastığa koyduklarında nasıl rahat uyudular ya da uyuyabildiler mi?

Şimdi 12 Eylül darbesi olarak zihinlerimize kazınan ve hâlâ rüyalarımıza giren o heyuladan, hiç olmazsa, domuzdan bir kıl koparırcasına darbecileri sanık sandalyesinde görebilmek! Onların yaptıkları yanında çok bir şey mi istiyoruz?

Şimdi acıları bize yaşatan 28 Şubatçıların bir öncesine gidip 12 Eylül 1980 darbesinde ya şahidi olduğumuz ya da yakın çevremizde duyup kayıt altına aldığımız 80’lerden insan manzaralarından birkaçını alt alta yazacağız. O zaman göreceksiniz ki, TRT 1’de yayınlanan 80’ler dizisi hiç de o günleri abartmamış, sadece yaşadıklarımıza ayna tutmuşlar.

_ Tiyatrocuların duayeni diye anılan ve darbeci Kenan Evren’e de sanat danışmanlığı yapan Vasfi Rıza Zobu o günlerden bize kalan buruk bir hatıranın kahramanı. Efendim o günlerde İstanbul Şehit Tiyatrolarından yüzlerce oyuncu solcu diye sıkıyönetim kararı ile işlerinden atılmışlar. Bunların içinde ünlü bir tiyatro sanatçısı daha göze batıyor, Bilge Zobu. Vasfi Rıza ile sadece soyadları benziyor, akraba filan da değiller. Vasfi Rıza Zobu, “Bilge Zobu neden atıldı?” diye soran gazetecilere içinden zekâ pırıltıları(!) fışkıran şu cevabı veriyor:

- Bu işte bir yanlışlık var, düzeltilmesi için uğraşacağım. Çünkü Bilge Zobu çok iyi çocuktur, siyasetle uğraşmaz, kitap okumaz.

Böylece kitap okumamanın iyi insan olmak için ilk şart olduğu anlaşılıyor.

_ Kadıköy’de Fenerbahçe Stadyumu’nun arkasındaki bilardo salonuna bir asker girer ve salona hitaben konuşur:

- 20 yaşında olanlar ayağa kalksınlar!

Salonun neredeyse kahir ekseriyeti ayaktadır. Bu defa ikinci emir gelir:

- Düşün peşime!

O günlerin korku imparatorluğunda “Bizim yaşımızdan size ne, kimsiniz de bizi götürüyorsunuz?” diye sormak için Bakırköy’den raporlu olmak lazımdır. O günlerde cumhuriyetin 60. yılı kutlanmaktadır ve 60 yıldır da kurulan darağaçları, sırtımızdan eksik olmayan jandarma dipçiği ve polis jopu ile genlerimize korku yerleştirilmiştir. İtiraz ne mümkün?

Asker önde, gençler arkasında konvoy Altıyol’a doğru ilerler. Bu arada sevgili komutanımız yolda rastladığı gençleri çevirip:

“Kaç yaşındasın?” diye sormakta ve “20 yaşındayım” diyenler:

- Düşün peşimize komutuna muhatap olmaktadır.

Konvoy, Kadıköy Altıyol’daki Boğa Heykeli’ne doğru yol alırken tabii olarak trafik tıkanmıştır. Ne gam? Kadıköy tarihi bir gün yaşamakta. Konvoy Boğa Heykeli’nden sağa saparak Söğütlüçeşme Camii’ne doğru yol alır. Burada caddeden 2.5 metre yüksekte caminin bahçesi vardır. Asker merdivenlerden caminin bahçesine çıkar ve aşağıya doğru bakar, mahşeri bir kalabalık caddeyi doldurmaktadır. Eliyle bir işaret yaparak:

“Tamam, şimdi dağılabilirsiniz” deyiverir. Millet derin bir “oh” çeker ve iki dakika içinde o mahşeri kalabalık ortadan toz olur. Kimse de neden oraya getirildiğini bilmemekte, sormaya cesaret edememekte ve kurtulduğu için Allah’a şükretmektedir.

Şimdi o fırlama asker kim bilir hangi köyde, kasabada yaptığı bu kahramanlığı(!) anlatmakta ve keyifle gülmektedir.

_ O günlerde Milli Güvenlik Konseyi herkesi nasıl Atatürkçü yapacağını düşünmektedir. Bütün öğretmenler yeniden kampa alınmakta ve bir dizi Atatürkçülük konferansı ile o güne kadar sahip oldukları tüm fikirlerinden sarf-ı nazar ederek Atatürkçülük adına tövbeye zorlanmaktadır. Hatta 2 milyon Nutuk dağıtılarak tüm evlere zimmetli olarak verilmesi konseyde tartışılır ve akıllı bir danışman bunun millette aksi tesir yapacağını ve Atatürkçülükten bıktıracağını söyler. Bunun üzerine 2 milyon Nutuk basılıp dağıtılması projesi rafa kaldırılır. O zaman üç hedef kitle seçilir. Birincisi üniversite öğrencileri. Bütün bölümlere “Atatürkçülük” dersi konulur. Bu 12 Eylül bakiyesi hâlâ yürürlüktedir. Tıp fakültesi öğrencileri fonda Atatürk’ün sevdiği şarkılar ve 10. Yıl Marşı eşliğinde ameliyat yaparlarsa başarılı olacaklardır. O dersi geçmeyen tıp öğrencileri çok parlak bir kariyere sahip olsalar da fakülteden mezun olamamaktadır.

İkinci grup cezaevlerindeki mahkûmlardır. Her gün onlara Atatürkçülük dersleri verilerek çıktıklarında vatana millete hayırlı birer evlat olmaları sağlanacaktır. Üçüncü grup isee... Evet onlar da sayıları 750.000’ni bulan kahraman ordumuzdur. Onlar da mutlaka eğitilmeli su katılmamış birer Atatürkçü olmaları sağlanmalıdır. Temel fıkralarına taş çıkartacak, yaşanmış bir olay, buyrun meydanda 500 asker filinta gibi dizilmiş, başlarında da onları eğitecek, Atatürkçülüğü öğretecek bir onbaşı. Düşünsenize o 500 asker sizin ağzınızdan çıkacak komutu bekliyor:

- Sen, söyle bakalım Atatürk’ün annesinin adı ne?

Ses yok! Onbaşı tekme-tokat dalar. Ulu önderimizin annesinin adını bilmemek haa?..

İkinci askere sorar aynı soruyu:

- Komutanım, ulu önderimiz Atatürk’ün annesinin adı Emine, babasının adı da Hüseyin’dir.

Onbaşı, yerde kan-revan içinde yatan askere döner:

- Bak öğren, ulu önderimizin annesinin adı Emine, babasının adı Hüseyin’dir.

Sonra bu cevabı veren askere döner:

- Aferin, sana bir hafta izin.

Sonra onbaşının ne kadar bilgili olduğu anlaşıldığından sorduğu her soru anında cevaplanmakta ve böylece o 500 asker keskin birer Atatürkçü olarak birliklerinden terhis edilecektir.

Dostlar, bu yazdıklarımız sadece 12 Eylül’den birer katre. Bunların benzerleri hatta acı ile yoğrulmuş binlerce, onbinlerce örneği kim bilir hangi yürekte kanamaya devam ediyor.




Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi