Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Karbeyazdır ölüm!

Karbeyazdır ölüm!

Bugün İstanbul’da kara kışla tanıştı. Her yer bembeyaz bir yorganın altında edata ölüm uykusuna yatmış. Yine de hayat devam ediyor. Sokaklarda sessiz, sakin düşe kalka yürüyen insanlar görüyoruz. Ne demiş şair “yıkılası hanede evlad-u ıyal var.”

Ve benim geleceğe dair ümitlerim daha bi artıyor. Zira başımızda kimsesizlerin kimi bir başbakan var, daha karakış yüzünü göstermeden bütün sokaklara kömür dolu kamyonetler girerek belli adreslerin kapısını çaldılar. Belediyelerse birilerinin sadaka kültürü diye aşağıladığı erzak dağıtımında önsaflarda yerlerini aldılar. Yardımlaşmaya kardeşlik hukukunun gereklerini yerine getirmeye son nefesimize kadar devam. Penceremin önünde ben bunları düşünürken bir yandan her biri bir sanat harikası olan kar taneleri paraşütle yere iniyor. Bu heyecan içinde birden yıllar önce toprağa verdiğimiz halam aklıma geliyor. Daha önce de yazdığım bir hikâyeyi burada yine zikretmek istiyorum. İstanbul Şehir Tiyatroları eski Genel Sanat Yönetmeni Orhan Alkaya’nın da annesi olan halam Güzin Aklaya, bir akşam ertesi günü annesinin mezarını ziyaret etmeyi düşünmüş. O devrin kışlarını ancak yaşayanlar bilir. Ertesi sabah bir de ne görsün, bir metre kar her yanı sarıvermiş. Bu şartlar altında tüm mezarların karlar altında kaybolduğunu tahmin eden halam, üzülmüş ve oturup bir şiir kaleme almış. Ziyaretini ertelemesinin hüznünü yansıttığı şiirinde bizlere neler fısıldıyor:

“Bugün sana gelmekti arzum,

Kaybolan mezarını aramak,

Bulursam anne kokulu bir toprak

Koklayıp yüzümü sürecektim.

Kar yağdı annem, örttü toprakları,

Gözyaşlarım eritirse karlar!

Gelip arayacağım anne kokulu toprakları.

Şair annenin oğlu Orhan da şair olmuştu. Orhan, şu anda solun önemli şairlerinden.

Ben yıllar önce Kadıköy Çiftehavuzlar’daki evlerinde halamı ziyaret ettiğimde halam bana onun bir lise öğrencisi olarak yazdığı şiirleri okur ve “Kerata olacak” derdi. Orhan’ın babası da bir hakim olarak ömrünü tamamlamıştı. Bildiğim kadarı ile Nazım Hikmet’le de Bursa Cezaevi’nde birlikte yatmışlar koğuş arkadaşı olmuşlardı. Dürüst bir hakimdi. Halam da ona uygun bir eş. Bir gün yeni tayin edildikleri bir kasabada kapı çalındı. Halam kapıyı açtığında beş-altı merdivenle çıkılan sofada 3 küp duruyordu, aşağıda da şapkasını elleri arasına almış bir köylü. Davetsiz misafir konuşmaya başladı:

- Hakim beyin evi burası mı?

- Evet demişti halam burası.

- Ben filan köydenim. Hakim beyde de bir tarla davam var. Şu küplerin birinde halis bal, diğerinde pekmez ve tereyağı var. Hakim bey artık baksın, görsün!

Adam, birdenbire üstüne fırlatılan üç küpün parça parça oluşunu göremeden gözden kayboldu. Bal, pekmez ve tereyağı birbirine karışırken halam hâlâ öfke ile soluyordu. 1937’li yıllarda babası saraç olarak bir askeri birlikte çalışırken onun yanına gitmiş ve bu sevimli bilgiç çocuk orada Atatürk’le tanışmıştı. İnkılapların sahibi onu çok sevmiş ve hediyeler vermişti.

Atatürk’ten feyz alan halam, yıllar sonra evlendiğimde eşimle onu ziyaret edeceğimi duymuş ve beni uyarmıştı:

- Fatih eşin çarşaflı imiş, ben Atatürkçüyüm. Benim evime bir çarşaflı giremez!

Ve tabii o günden sonra ben de onun evine adım atmadım. Ona olan gönül kırıklığım ölümüne kadar devam etti.

Yıllar sonra Radikal gazetesinde Orhan’ın verdiği halamın vefat ilanı üzerine taksiye atlayıp, Üsküdar Çengelköy mezarlığındaki defin merasimine son anda yetiştim. İstanbul, üzerine örtülen beyaz yorganı sıyırıp tekrar yeşile büründüğünde onu mezarında ziyaret edeceğim.

Allah, taksiratını affetsin!


Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi