Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Tarih ve insaf

Tarih ve insaf

Seyahatte olduğum için ıskaladım, ama 23 Temmuz Erzurum Kongresi’nin (1919), 24 Temmuz ise Lozan Andlaşması’nın (1923) yıldönümleriydi...
Maalesef her yıldönümündeki gibi yine kavga malzemesi yaptık tarihi.
“Tarihi yazmak, tarih yapmaktan daha zordur” diyor, meşhur düşünür Jan Jak Rousso...
öyledir gerçekten. Baksanıza tarih yapmakta ihtilafa düşmeyen ecdadın torunları, sıra tarih yazmaya gelince bir birimize düşüyor, al takke, ver külah kavga ediyoruz!
çünkü güncel siyasetin tozu-dumanı içinden tarihe bakıyoruz. Amaç tarihi anlamak ve anlatmak değil, tuttuğumuz siyasete tarihten malzeme toplamak!..
Yani siyaset, tarihçinin kalemine dolaşıyor. Bazen de siyasetçi, kendisini ve kendi dönemini aklamak için tarihçinin kalemine hükmetmeye çalışıyor. Bunu kâh yasaklarla yapıyor, kâh tarihçiye makam, mevki, şöhret, servet bahşederek...
Neticede gerçek tarihin yerini hikayeler, faraziyeler, fantaziler, ilmî dayanağı bulunmayan tezler, hipotezler alıyor. Artık tarih, siyasete âlet edilmiş, günü kurtarmanın malzemesi yapılmıştır.
İşte bu yüzden tarihi olaylarda hep «taraflar» ve «taraftarlar» oluşur bizde. Tarih sosyal vakıalar harmanı olmaktan çıkıp kavga malzemesine dönüşür.
Sultan Abdülhamid ve Sultan Vahideddin üzerine...
Mustafa Kemal’i Samsun’a götüren Bandırma Vapuru üzerine...
Topal Osman ile Ali Şükrü Bey’in katli üzerine...
Dersim İsyanı, Menemen Olayı ve Lozan Andlaşması üzerine her yıldönümlerinde kavga ederiz... (Yakın tarihimizde kavga odağına dönüştürdüğümüz daha pek çok konu var, ama örnek için bunlar yeter)
Yıllarla gelen kavgalarımızı henüz sulha erdirebilmiş değiliz. “Bırakalım tarihçiler tartışsın” da diyemiyoruz...
özellikle yakın tarih konusunda bileni-bilmeyeni konuşuyor.
Yakın tarihimizi olumlu-olumsuz yönleriyle etkilemiş isimler “övgü-sövgü” kıskacında tüketiliyor...
Her şey bir alacakaranlık kuşağında!
Atatürk’ü ve arkadaşlarını Samsun’a götüren Bandırma Vapuru’nda bile anlaşmış değiliz: Kimilerimiz “çürük” olduğundan söz ederken, kimilerimiz neredeyse “transatlantik” tanımlaması yapıyor!
Dönemin ünlü subaylarından Mustafa Kemal’in kendi inisiyatifiyle mi, yoksa Padişah’ın direktifiyle mi Anadolu’ya geçtiğini hâlâ bilmiyoruz! (Ya da ittifak edemiyoruz).
çocukluğumda okuduğum ders kitaplarına göre, Atatürk, asker olduğu halde ne komutanlarından, ne de Padişah’dan izin almaksızın “çürük Bandırma Vapuru”na atladığı gibi işgal altındaki İstanbul’dan çıkıp sağ salim Samsun’a varmıştı…
Duyduklarım ise çok farklıydı: Güya Atatürk’ü Samsun’a Sultan Vahideddin göndermiş, (Rahmetli üstad Necip Fazıl, “Vahidüddin” isimli eserinde bunu yazdığı için mahkûm olmuştu) bunun için de, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan en iyi gemilerden biri olan “Bandırma Vapuru”nu tahsis etmişti.
Gerçeği ancak fısıldaşabiliyorduk...
Gerçeği “sır” olarak kendimize saklamamız gerekiyordu.
Sır tuta tuta, yüreklerimiz “sırküpü”ne dönmüştü. Kafamızda “cevapsız soru”lar cirit atıyordu: Meselâ, İstanbul ve havalisi İngilizlerin, Maraş tarafları Fransızların işgali altında olduğu halde, biz neden sadece İzmir’i işgal eden Yunan ordusuyla savaştık? Madem ki Yunanistan’la savaştık, neden Lozan’da karşımıza İngiltere çıktı?
Kulaktan kulağa fısıldanan bir soru daha vardı: Lozan’a neden İsmet Paşa gibi asker kökenli acemi bir diplomat gönderilmiş de, diplomasi mesleğinden gelen deneyimli isimlerden yararlanılmamıştı?
“Oniki Adalar” dediğimiz adaları İtalya, Trablusgarp Savaşı esnasında işgal etmişti. Diğerlerini ise Balkan Harbi’nde Yunanistan’a kaybetmiştik (1912). Ama dikkate alınması gereken ince bir nokta vardı: Lozan’da, Ege Adaları ile Batı Trakya’yı Yunanistan’a, Musul ve Kerkük’ü İngiliz hakimiyetine neden terk etmiştik?
Tabii bunlar bayram havası içinde verilmedi. çetin pazarlıklar oldu. Birkaç kez görüşmeler kopma noktasına geldi. Sonuçta bugünkü sonuç alınabildi.
Bu sonuç kuşkusuz bir “zafer” değildir, ancak “ah-vah“ edilecek bir “hezimet” de değildir...
İstiklal Savaşı’nı kazanan kadro, “misak-ı millî” sınırları içindeki bölgeleri elbette Yunanistan ve İngiltere’ye terk etmek istemezdi...
O heyetle o şartlarda ancak bu kadarı yapılabildi.
Her şey kendi şartları içinde değerlendirilmelidir.


Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi