Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Saklı Kitap... Ya da, Benim Adım T

Saklı Kitap... Ya da, Benim Adım T

Hani “aşerme” derler ya; hanımlar, özellikle “hamilelik” dönemlerinde bazı “yiyecek”lere “aşırı istek” duyarlar ya, bende de “normalin çok ötesinde” bir “kitap okuma” isteği başladı...
Öyle bir “istek”, öyle bir “iştah” ki; okudukça, “daha fazla okuma” ihtiyacı hissediyorum.
Hani, bir kitaba başlasam, onu bitirip diğerine geçsem, bu gayet normal...
Ama ben, “aynı anda 3-4 kitap birden” okumaya başladım, iyi mi?..
Meselâ, şu son günlerde;
Bir yandan Sibel Eraslan’ın Timaş’tan çıkan son kitabı Saklı Kitap’ı, bir yandan Mehmet Bican’ın Truva Yayınları’ndan çıkan 28 Şubat’ta Devrilmek ve Terörle Sınanmak adlı kitaplarını okuyorum...
Hani, “bir bilen”ler vardır ya, Mehmet Bican da “bir yaşayan”lardan... “28 Şubat Süreci”ni, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in “Basın Müşaviri” olarak baştan-sona yaşamış, Mesut Yılmaz Başbakan olunca da, Bican, “görevden alınan ilk kişi” olmuştur.
İşte bu açıdan Mehmet Bican’ın yazdığı kitaplar, “28 Şubat’a tanıklık” etmesi açısından son derece önemli geldi bana...
Dedim ya;
“Aynı anda birkaç kitap” okumaya başladım... Evde, “akşam”ları ve “hafta sonları” okuduğum kitaplar farklı, “gazetede” okuduğum kitaplar farklı.
Meselâ, İdris Gürsoy’un Zaman Kitap’tan çıkan “Özal’ın Ölümündeki Sır... Suikast ve Zehir” adlı son kitabı... İdris Gürsoy ismi size yabancı gelmese gerek... Çünkü, daha önce de, onun “9 Subay Olayı ve Samet Kuşçu” kitabından bahsetmiştim... İdris Gürsoy, son kitabı “Suikast ve Zehir”de; sadece merhum Özal’ın ölümündeki “kuşku”ları değil, “1988 yılındaki suikast girişimi” üzerindeki “şüphe”leri ve “Kartal Demirağ’ın ilginç bağlantıları”nı da irdelemiş... İlgiyle okuyorum.
MUTLAKA OKUNMALI
İlgiyle okuduğum kitaplardan biri ve hatta ikisi de, merhum Osman Yüksel Serdengeçti ile ilgili kitaplar... Bir yandan; Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları’ndan çıkan ve merhum Serdengeçti’nin “radyo konuşmaları” ile “yazıları”ndan oluşan 2 ciltlik Serdengeçti kitabını, bir yandan da Prof. Dr. Cemal Kurnaz’ın kaleme aldığı ve “Serdengeçti’nin kişiliği ve kavgası”nın anlatıldığı Deli Rüzgâr adlı kitabını okuyorum.
Bu vesileyle, Deli Rüzgâr’ı yayınlayan ve piyasada bulamadığım bu kitaba ulaşmamda büyük duyarlılık gösteren, başta Zahide Hanım olmak üzere Kurgan Edebiyat Yayınları’nın bütün yönetici ve çalışanlarına teşekkür ediyorum... Bu arada, Ülke TV’deki “Açık Deniz” programının yapımcısı Sadık Yalsızuçanlar’a da teşekkür ediyorum... Onun tanıtımıyladır ki, “Deli Rüzgâr”dan haberim oldu...
Merhum Necip Fazıl Kısakürek ve merhum Osman Yüksel Serdengeçti, benim “örnek” aldığım “fikir ve mücadele adamları”dır.
Bir defa daha kanaat getirdim ki;
Bir genç, eğer “fikrî bir mücadele” vermek ve bir “misyon adamı” olmak istiyorsa; merhum İskilipli Atıf Hoca’nın, Said Nursi Hazretleri’nin, Mehmed Akif’in, Necip Fazıl’ın, Osman Yüksel Serdengeçti’nin hayat ve mücadelelerini mutlaka bilmelidir... Onları bilmeden, onları tanımadan çıkılacak bir yolun, bir tarafı mutlaka eksik kalır...
Son günlerde; büyük bir hızla 756 sayfalık “Deli Rüzgâr”ı okumaya ve bir an önce bitirmeye çalışıyorum.
SİBEL ERASLAN’IN 7’LERİ
En başta da dedim ya;
Bir yandan da Sibel Eraslan’ın, Timaş’tan çıkan Saklı Kitap’ını okuyorum...
Kitabın sayfalarını çevirdikçe, “15 yıl öncesine” gidiyorum.
15 yıl öncesinde “28 Şubat Darbesi” var... O süreçte 10 binden fazla öğrenci eğitim hakkından, 15 binden fazla memur işinden-ekmeğinden oldu...
Sibel Eraslan, işte o süreçte yaşananları, kendisinin ve arkadaşlarının o süreçte yaşadıklarını anlatmış...
Hem de, “ilginç bir sembolleme” ile...
Mesela, “kız kardeşlerim” dediği “7 hanım arkadaşı”nın o süreçte yaşadıklarını anlatmış...
Niye 7?.. Niye 8 değil...
“Çünkü” diyor Sibel Hanım;
“Ashab-ı Kehf ile ilgili bir rumuz. Kalbimi Kur’an’ın sesine açışım Kehf Suresi iledir. Aynen kitapta anlattığım gibi; o zamanlar Sakarya Tıp Fakültesi’nde okuyan Gülten Bozkurt’un öğrenci evinde Kehf Suresi’ni okuyorlardı ve beni etkilemişti. Hem surenin içindeki kıssalar, hem ses harmonisi çok çarpıcıydı. Gençlerle ilgiliydi sure. Nasıl birdenbire kalbimizin uyandığını açıklayamayız, hidayetin parmak uçlarının ne zaman ruhumuza değdiğini tam olarak cevaplayamayız...
Tabii, zalim krallarla Ashab-ı Kehf gençlerinin hikâyesi kıyamete kadar sürecek bir hikâyedir.
Bu, 25 yıl sonra gördüğüm, hissettiğim bir şey aslında. Çünkü mağaraya girenler, örtünün altına girenler, saklanmanın altına girenler, birbirlerine sokulup korunmayı dileyenler, bunu ancak aradan bir zaman geçer, uyur uyanır ve ondan sonra fark ederler.
Bu, bende de böyle oldu.
Başımızdaki örtü aynı zamanda kaçabileceğimiz son yerdi. Bir de panoptikan bir süreçtir 28 Şubat. Yani gözetleme üzerine kurulan sosyal bir mimari vardı, herkes fişleniyordu.”
İşte bu fişlemeleri, bir hanım titizliği içinde kitabında nakış nakış işlemiş Sibel Eraslan...
TÜRBANIN T’Sİ!
İşte o süreçte yaşananlardan bir-iki örnek ve Sibel Hanım’ın yorumları;
l “Bizim hayal kurmamıza bile fırsat vermediler. Onlar kalın duvarlarla insanları birbirlerinden ayırdılar ama hayat durmadı. 28 Şubat param parça, un ufak edemedi. Bu ülkenin çocuklarına, ‘Size yer yok’ dendi. Bizden öncekilere de bunlar oldu. Öncekiler sol görüşlüydü. Bu ülkenin çocuklarına niye bu kadar hoyrat davranılıyor, bilmiyorum.”
l “İkna odaları 1997’de başladı. ‘Geleceğini yakma, devam et okumaya’ dediler... Ailesi ve annesiyle ilgili ayrıntılı, aşağılayıcı sorular sordular. Hem kurtarılması gereken bir kurban, hem de tehlikeli bir militandık. Zararımız bloke edilmeliydi. Bunu sadece ikna odasındaki hocalar yapmıyordu, medya da, devlet adamları da yapıyordu.
l “28 Şubat bir kadın korkusuydu... İslami simgeleri taşıyan kadınlara dair bir ürpertiydi. Başı örtülü olmadığı halde bize destek olan arkadaşlarımız vardı. Kitaptaki Belkıs, onları simgeliyor. Kız kardeşliğimizden başka başımızı sokacak yerimiz yoktu.”
l “Onur kırıklığı çok büyük bir iz bırakıyor. Mesela başörtülü olduğunuz için otobüsten indiriliyorsunuz. Ben bunu yaşadım. 1990’da arkadaşım kucağımda bayıldı. Sırtımda götürdüğüm üniversitenin hastanesine almadılar bizi. 2002’de yaşlı teyze Medine Bircan vefat ettikten sonra da oradaydım. Sağlık karnesindeki fotoğrafı başörtülü olduğu için diyaliz merkezine alınmamıştı.”
l “1987’de örtülü olduğum için otobüsten indirildim. 1998’de girdiğimiz lokantadan ‘Size servis yapamayız’ diye çıkartıldık. 2002’de avukatlık büroları basılıyordu. 15 yaşındaki çocukların elleri kelepçelendi, bunların hepsini gördük.”
l “Bizim zamanımızda sınav kâğıtlarını teslim ettiğimizde tesettür ya da türbanlının ‘T’sini yazıp, kırmızı yuvarlak içine alıyorlardı. Hoca bu işarete göre değerlendirecekti herhalde... Sonra sırasıyla ihtar, kademeler halinde disiplin cezaları veriliyordu. En son da okuldan uzaklaştırma. Arkadaşlarımın bir kısmı gitti, bir kısmı peruk takarak devam etti. Benim gibi kalanlar ya hukuki mücadele ya da hayatlarına yeni bir yön verdiler.”
l “Bu, başörtüsü meselesi 28 Şubat’a has bir çıkıntı değil. Baskılarla, imha edişlerle yürüdüğümüz bir tarihi şerit var. 1940’ları yaşayan farklı kadınlar, farklı hissettiler baskıyı, sansürü. Hani parmağı dudağa götürüp ‘sus ol!’ derler ya, öyle sus olmuşlardı.”
KEMİKLERİMİZİ DE KIRDILAR
Sibel Hanım’dan bunları dinleyip, kitabının sayfalarında dolaşırken, onun 18 Ağustos 2006’da, bu gazetede yazdıklarını hatırlıyorum.
O günlerde, yani 7 yıl önce Can Dündar’a cevap verirken diyordu ki;
“Can Dündar’ın ve bizim yaşadığımız ülkede, kılık kıyafeti sakıncalı bulunduğu için incitilenler, “kısa etekliler” değil, “başörtülüler”… Üstelik de demokrat gazetecimizin bahsettiği olaydaki gibi, sadece onuru incitilmiyor “başörtülü kızların”… Kırılan sadece onur değil; kemikler, kaburgalar, boyun, kol, kafa, hatta karnında taşıdığı bebeğe kadar kaybetti, kaybediyor örtülü kızlar ve kadınlar… (....)
Ben de bir kadınım… Arkadaşlarım da ben de bu ülkenin insanıyız. Sakıncalı bulunan bir giysim var… Onuru kırılmak meselesinde hele, epeyce oyalandım… Başörtüsü yasaklamaları; kovalamacalar, iteklenme, kakılma, jop, kelepçe, gözaltı ile geçen uzun yılları kadınların…  
Mesela Nuray Canan da geldi aklıma Can Bey’in reklamını seyrederken. Cerrahpaşa öğrencisi Nuray, sadece örtülü bir öğrenci olduğu için okuluna girmek isterken, güvenlik güçlerince öyle bir dövüldü, öyle bir dayak yedi ki; kolu ve kaburgaları kırıldı, boynu hasar gördü ve hamileydi, bebeğini düşürdü… Acaba Nuray Canan’ın sakıncalı giysisi hakkında ne düşündü reklamlardaki gazete? Reklamlardaki demokrat gazeteciler, Nuray’ın kemikleri kırılırken neredeydiler?
Ya Hüda Kaya ve öğrenci olan üç kızı, idamla yargılanırken neredeydiler? Bir evden dört kadın, başörtü yasaklarına karşı çıkmaktan dolayı, cezaevine düşerken, idamla yargılanırken neredeydi gönül adamı Can Bey?”
KITMİR... YA DA, BENİM ADIM T
Sibel Hanım, kitabında “Ashab-ı Kehf’in 7 genci”nden mülhem bir “kız” var.
Kitabın sonlarına doğru, ondan şöyle söz ediyor:
“Bir de ismini bu günlüğe kaydetmeyeceğim bir kız var.
Ben ona Kıtmir adını koydum. Gerçi o kendisine “T” diyenlere meydan okumak için “Benim adım T” diyor sık sık..
“T”yi biraz dikkafalı bulduğumu peşinen söylemeliyim. Ama o cesur ve sevgi dolu bir kız...
Arkadaşlarını çok seven, arkadaşlığa cidden değer veren bir genç. Arkadaşlarından asla vazgeçmediği için Kıtmir’e benzetiyorum onu...
Belkıs’la benim aramda umut edilebilecek bir şey gelişirse şayet ileride...
(....)
Kıtmir (veya “T”); bu saklı kitabı, “yasaklı kitap” olarak okuyacaktır ilkin, eminim.
Ama onun nice hüzünlerle bilendiğine inandığım zekâsı, aynı yasaklı kitabı şöyle de okuyabilecektir:
Yâ! Saklı Kitap!”
Okuyun!..
“Kitap” okuyun, “gazete” okuyun!
Yoksa, canınıza okurlar.



Dün, Grup’taki Erdoğan’ı izlediniz mi?
 Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dünkü “Grup Konuşması”nı izlediniz mi?.. İzleyenler görmüşlerdir... Erdoğan, diğer siyasetçiler gibi, kürsüde sadece “konuşma” yapmıyor... Konuştuğu konuların “belge”sini de gösteriyor.
Meselâ, CHP’ye; “Irkçı ve kafatasçı” diyordu ya, dün “incelenmek” üzere raflara istiflenen “kafatasları”nın fotoğraflarını göstererek, iddiasını belgelendirdi...
Adeta, bir “belgeselci” gibiydi...
Başbakan, dün, aynı zamanda “moderatörlük” de yaptı... Meclis’teki AK Parti Grubu’nda Artvin Yusufeli’ne “canlı bağlantı” yapıldı ve Başbakan, Yusufeli’ndeki “Baraj Temeli Atma Töreni”ni Ankara’dan yönetti, iyi mi?..
Anlayacağınız; dün hem “belgeselci”, hem de “moderatör” oldu...
Hani, merak etmiyor değilim; daha fazla zamanı olsa, Allah bilir daha başka neler yapardı?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi