Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Bu işe Muammer Güler bile güler!

Bu işe Muammer Güler bile güler!

Polis teşkilatının 168. kuruluş yılı kutlanıyor. Bir polis torunu olmam ve dedemin yanında büyümem dolayısı ile kulaklarımda polis hikâyeleri dolu olarak yaşadım. Osmanlı’nın son, cumhuriyetin ilk polislerinden olan Faik Aldağ, hem mizaç olarak hem de mesleğin gerektirdiği disiplini elbise olarak ruhuna giydirmiş bir insandı. Babamız ölünce onun yanında sıkı bir disiplinle büyütüldük. Ve polisliğin her meslekten farklı olan özelliklerini bizzat hayatımızda yaşadık. Dedem muhitimizde ve Konya’nın genelinde itibar sahibi, sözü sohbeti dinlenilen, adil ve temiz geçmişi ile ihtiyaç duyulduğunda kapısı çalınan, hakemliğine başvurulan bir makam sahibi olarak yaşadı. Bu vesile ile bizde bir mahkemedeki dinleyiciler gibi sık sık evimize gelen insanların dedemle yaşadığı karşılıklı mahkeme safahatlarını dinlemek zorunda kalmıştık. Mahalledeki ve sülalemizdeki çeşitli nizalı durumlarda insanlar bize gelir, dedem iki tarafı da dinler ve haklıyı haksızı ayırır, haklının da karşı tarafın ödeme alması gerekiyorsa kolaylık yapmasını tembihlerdi. O, zor olan kapıları şefkatle açardı. Zaten onun karşısına gelenler, onun vereceği karara itiraz etmeyeceklerini kabullenip gelirlerdi. Çünkü adaletine güvenilirdi. O zamanlar şehirlerimizde bugünkü anlamda değil, gerçek anlamda “Akil adamlar” vardı. Onlar Allahu alem pek çok olayın karakola ve dolayısı ile mahkemeye gitmesini böylece önlerlerdi. Doğrusu bugün köylerde, kasabalarda, şehirlerde, mahallelerde bu tür sözüne ve özüne güvenilen büyük insanların eksikliği hissediliyor. Benim dedem polis emeklisi idi, ama bu “Akil adamlar”ın illa polis olması da gerekmiyordu. Çeşitli mesleklerden olabiliyorlardı. Yeter ki vicdan terazisini doğru tartıp, insanların güvenini kazanabilesiniz!
 

Dedem, Kurtuluş Savaşı yıllarında Konya’da Delibaşı vakasını bizzat yaşamış, Adana’nın teslimi görüşmelerinde Akşehir’de yapılan toplantıda Türk heyetinin güvenliğini sağlayan ekipte bulunmuştu. 1937 yılında da Elazığ’da görev yapmıştı. Elazığ’la ilgili bir anısını burada paylaşmak isterim. Atatürk, Elazığ’ı bir ziyaretinde tren istasyonunun yakınındaki tarihi 2 katlı bir ev için “Görüntüyü bozuyor, beğenmedim, yıkınız!” talimatı vermiş ve onun gidişi ile de bu emir yerine getirilmeyip, rafa kaldırılmış. Günlerden bir gün Atatürk’ün Elazığ’a geleceği haberi gelivermiş. Tabii yüreklere kor ateş düşmüş. Dedem akşam eve dönerken önünden geçtiğini, sabah mesaiye giderken o evin yıkılmış, molozlar temizlenmiş, çiçeklerle ve ağaçlarla süslü bir bahçenin göz önünde belirdiğini anlatmıştı. O günün şartlarında imkânsız başarılmış ve Atatürk’ün emri iki yıl gecikme ile de olsa yerine getirilmişti.

Dedemin beni Cuma namazlarına götürdüğünü hatırlarım. Bir defasında da 50 yaşlarında bir adam ellerine sarılıp:
 

“Eğer beni dövmese idin, ben hırsız olacaktım” diye medyun-u şükran olduğuna bizzat şahit oldum. Sonradan dedem bana anlatmıştı. Hırsızlık yapan bu genci fena dövmüş, onun da ilk hırsızlığı imiş ve hırsızlığa devam ederse her gece bu dayak faslının olacağını söylemiş. O da yıllar sonra ellerini öpüp teşekkür ediyordu. Dedem, savaş yıllarında aldığı bir ihbar üzerine baskın yaptığı evde yakaladığı asker kaçağından 10 altın karşılığında kendisini görmemesi, zira gerdeğe girdiğini duyunca:

“Ulan alçak, Yunan Afyon’a dayandı, ırzımız, namusumuz tehlikede sen nasıl gerdeğe girebiliyorsun?” diyerek kelepçeleyip, altınlarını suratına atan ve doğru onu cepheye gidecek trene gönderen adamdı. Son nefesine kadar babadan kalma kerpiç bir bağ evinde ekerek, dikerek o günün şartlarında devletin verdiği az bir maaşı bereketlendirerek helâl lokma ile bizleri büyüttü. Kabri cennet bahçelerinden bir bahçe olsun. Aynı duayı hırsızın, soysuzun, ırz düşmanının düşmanı, ezanın, bayrağın ve namusumuzun fanusu başörtümüzün koruyucusu, kollayıcısı, bu uğurda şehid olmuş, toprağa düşmüş tüm polis ve askerlerimiz için de yapıyoruz.
 

Geçenlerde bir hırsızın 10 ayda 35 kere hırsızlıktan yakalandığını ve her defasında da salıverildiğini duyunca şaşırmadan edemedim. Hırsız, nerede ise mahallenin ve o karakolun kadrolu hırsızı olmuştu ve emekliliği için sigorta bile isteyecekti. Sonra zaman zaman karakollarda yaşanan ve son yıllarda oldukça azalan dayak olaylarını düşündüm. Bir türlü karar veremedim, eski mi iyi, yeni mi iyi diye. Dayak olmasın ama bugün de neredeyse hırsızlara mesleki kariyer yapma imkânı sunan adalet düzenine isyan ettim.
 

Bir dönem sokaklarında pislik akan Beyoğlu’nu ve orasının kadrolu suçlularını dize getiren meşhur Hortumcu Süleyman’ı özlemle andım. Bir kısım medya kendisine linç uygularken, Hıncal Uluç bile onun yaptıklarını onaylamış, “New York polisi de şehrin bazı sokaklarını aynı yöntemle suçlulardan temizlemişti, bunun başka yolu yok!” demişti.
 

Hortumcu Süleyman’ı ve bir dönemin ünlü polis şefi Sadettin Tantan’ı da şükranla anıyoruz. Bugün İstanbul’da Şirinevler diye anılan semtteki fuhuş yuvalarını darmadağın eden polis şefi Tantan’ı da hasretle arıyoruz.
 

Polis deyince şüphesiz trafik polisleri hafızalarımızda hep de kötü bir yüzü ile yaşar. Ben defalarca şoföre “Bir çorba parası at” diyen trafik polisine şahit oldum. O yüzden de çocukluğumdan beri trafik polislerinin en çok çorbayı sevdiklerini söylerim. Sabahları mercimek çorbası, öğleye yayla çorbası, akşama da düğün çorbası. Rüşvet verirken bu kadar cimri davranan insanların ülkesinde İskender kebap yiyecek değiller ya. Şüphesiz rüşvetten şeytandan kaçar gibi kaçan dürüst, helal lokma peşinde binlerce trafik polisimiz de vardır. Bu meslek grubunu rüşvet illetine bulaştıranların başında muhatablarının geldiği de bir gerçek:
 

- Abi, idare et!
 

- Bu söz, “kaç para istiyorsun, verelim de bizi bırak” teklifinin kibarcasıdır. Efendim televizyonda bir haber yüreğimi ağzıma getiriyor. Kocaeli’nden İstanbul’a doğru yola çıkmış olan bir minibüs önce medya engeline, sonra da mecburen trafik polisi engeline takılmış. 16 kişilik minibüste tam 45 kişi, yolcuları bohçacı hanımlar. İçerdeki yolcular da tıpkı bohçadaki eşyalar gibi üst üste istiflenmişler.

Televizyoncular bir yandan çekim yapıyor, diğer yandan da pencereden gönderilen küfürleri bipliyorlar.
 

Trafik polisi aracı durduruyor, şoför pişkin, başlıyor pazarlığa. Neredeyse adam; “Polis abi, Guinness Rekorlar Kitabı’na girmek için bu kadar insanı doldurdum” diyecek. 150 TL ceza yazılıyor, sonrası temel fıkrası gibi. Polisin aracı trafikten menetmesi ve bağlaması gerekirken minibüs 45 kişilik yolcusu ile yoluna devam ediyor.
 

Vallahi bu işe İçişleri Bakanı Muammer Güler bile güler.

Polis teşkilatının 168. kuruluş yıldönümü hepimize kutlu olsun!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi