Fatih Uğurlu

Fatih Uğurlu

Bana güvenerek savaşa girmesinler!

Bana güvenerek savaşa girmesinler!

Seferberlik zamanlarında devlet, vatandaşın elindeki otobüs, kamyon, otomobil, gemi, motor, uçak, helikopter gibi nakil vasıtalarına bedeli sonra ödenmek üzere el koyabiliyor. Bu hiçbir vatandaşın itiraz edemeyeceği, hatta itiraz etmeyi aklından bile geçirmeyeceği bir uygulama. Eğer bu vatana vatandaşlık bağı ile bağlı iseniz ve bunun size ne gibi yükümlülük getirdiğini biliyorsanız karşı bir düşünce bile hatıra getirilemez. Efendim son günlerde Suriye ile yaşanan gerginlik sebebi ile Genelkurmay Başkanlığımız bu kalemden yola çıkarak ellerinde 4x4 jeepleri olanların listesini gerekli kurumlardan istemiş. Arazi şartlarına uygun olarak en elverişli bir vasıta olarak 4x4 jeepler düşünüldüğünden bu yola başvurulmuş. Muhabir bu türden arabası olanlara mikrofonu uzatıyor ve soruyor “Ne dersiniz?” Verilen cevaplar toplumumuzdaki çürümeyi de ortaya koyuyor:

- O zaman düşünürüz.

Hele bir cevap var ki yüreğime hançer saplanıyor adeta:

- Bana güvenerek savaşa girmesinler!

Alçaklığı düşünebiliyor musunuz?

Bana güvenerek savaşa girmesinler! Bu adam askerde de çok rahat şunları söyleyebilir:

- Beni nöbetçi yapmayın, bana güvenerek sakın uykuya yatmayın, ben güvenilmez adamım, benim ne .ok olduğum belli değildir. Bakın peşinen söylüyorum.

Bu zehirli yılanın soktuğu yere hemen ardından cevap veren bir kardeşimiz panzehir oluveriyor:

- Ne demek, dedelerimiz Çanakkale’de çıplak ayakla savaşarak bu vatanı kurtardılar, 4x4 de ben de vatana feda olayım!

Çanakkale deyince birden bire aklıma o meşhur lastik hikâyesi geliyor. Ziyad Ebuzziya’nın anlattığı ve geçtiğimiz yıllarda Petlas’ın reklam filmi olarak ekrana gelen meşhur lastik hikâyesi her yayınlanışında yüreklerimizi ağzımıza getirmiş, gözyaşlarımızı tutamamıştık. Efendim Çanakkale’de Almanların bize verdiği bazı nakil vasıtaları için acilen lastiğe ihtiyaç vardır. O yıllarda da lastik karaborsa ve hazine de tamtakır. Lastik bulma işi kendisine verilen teğmen Muzaffer, acilen işe koyulacak ve İstanbul Karaköy’de bir Yahudi tüccar da ihtiyaç olan lastikleri bulacaktır. Fiyat ise karaborsadır. Teğmen Muzaffer, Erkan-ı Harbiye Reisliği’ne gidecek ve oradan;

“Sen deli misin, biz para bulsak askerin ayağına postal, sırtına kaput alacağız, sıkıntımız had safhada” cevabını alacaktır.

Teğmen Muzaffer, düşünecek, taşınacak ve kendince bir formül bulacaktır. Önce Yahudi tüccara gidip, lastikleri hazırlamasını, bedelin kâğıt para olarak ödeneceğini ve işlemlerin ancak akşama biteceğini söyleyecektir. Yahudi tüccar bunları kabul eder ve malların sabah namazında teslimi kararlaştırılır. Zira o saatte Çanakkale’ye gidecek olan gemi Karaköy’den hareket edecektir. Bundan sonrasını bize bu tarihi olayı nakleden Ziyad Ebuzziya’dan dinleyelim:

“Ertesi sabah Muzaffer, Merkez Komutanlığı’ndan araba ve neferle ezan vakti Yahûdi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar, malları hazırlatmıştı. Havagazı fenerinin yarım yamalak aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer, bir yüzlük kâime (yüz liralık kâğıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci’ye yollandı. Malzeme şata, oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu.

Üç gün sonra Yahûdi, elindeki yüzlük kâimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar.. Zira elindeki para sahte  idi.

Muzaffer evrâk-ı nakdiyenin basımında kullanılan kâğıdın aynısını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş, bütün gece oturmuş, çini mürekkebi ve boya ile, gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek nefâsette taklit para yapmıştı. Tüccara verdiği para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerinde yazılar arasında bir de şöyle ibâre bulunurdu:

‘Bedeli Dersaâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır.’ Muzaffer yaptığı taklit parada bu ibâreyi şöyle yazmıştır.

‘Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.’

Onun burada altın dediği, Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından da kıymetli kanı idi...

Yâhudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi, bilinmez. Ancak hâdise bütün İstanbul’a yayıldı. Dünyada emsâli olmayan ve olmayacak olan bu hâdise şehzâde Abdülhalim Efendi’nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yâhudi tüccarı buldurdu.

Yüzlük taklid evrâk-ı nakdiyeyi, bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul Polis Okulu’ndaki Emniyet Müzesi’ne hediye etti.”

..............

Bu vatan böyle kurtarıldı.

Peki tarlamızı bu zehirli otlar nasıl bürüdü? Bunları inceden inceye düşünmeliyiz. Baksanıza olimpiyatları Tokyo aldı diye oradaki Japonlar ayağa fırladılar sevinçlerinden, bir de Türkiye’deki Gezi Zekâlılar!

Ey cumhuriyeti kuran irade sahibi “Biz nerde yanlış yaptık?” Hem de bu ihanetin içinde olanlar “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırıyorlar. Böyle tuhaflıklar karşısında her aciz kaldığımda, cevap vermekte zorlandığımda aklıma Üstad Necip Fazıl’ın kitaplık çaptaki teşhisi gelir:

- İnkılap denilen rahimden nice düşük çocuklar geliyor!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fatih Uğurlu Arşivi