Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Tek kelime ile sorumluyuz (1)

Tek kelime ile sorumluyuz (1)

AİLE
Meşhur hadisi bilmeyenimiz yoktur: “Hepiniz çobansınız, güttüklerinizden sorumlusunuz!” 
Baba babalığından, anne anneliğinden, eş eşliğinden sorumludur. Tabiî bir aile ortamında herkes, kanunlardan önce vicdanlarının kontrolü altındadır. Sorumlu olmanın vereceği ince anlayış gerektiğinde uykusuz kalmak, seccadede gözyaşı akıtmak, bu sorumluluk idrakinin yükleyeceği kimliktir. Dua veya beddua ederek bu sorumluluğumuzu savamayız. Çocuklarımızın ve sorumlusu olduklarımızın gıda ve barınma ihtiyaçlarını karşılıyor olmamız da rahatlama gerekçemiz olamaz. Bilhassa çocuklarımızı, yaşadığımız zamana göre hazırlamanın baba ve anne olmanın içi doldurmayacağını kavramış olmalıyız. Onları yaşayacakları zamana göre donatmak, sorumluluk alanımızda olmalıdır.
Basit bir örnek olarak ele aldığımızda, çocuklarımızı TV veya bilgisayar teknolojisine göre koruma altına almamızın yeterli olmayacağını söylememiz doğru olacaktır. Mesela onların 20 yıl sonra yaşayacakları iletişim teknolojisi, kesinlikle bugünkü bilgisayar ve TV olmayacaktır. Bizim onları eğitirken kullanacağımız üslup, bugün önümüzde duran iletişim imkânlarıyla sınırlı olursa onları âdeta motorlu vasıta yarışına bisikletle sokmak gibi bir duruma havale etmiş oluruz.
Çocuklarımızın olaylara bakan gözlerini, muhasebe yapan beyinlerini onların yaşayacakları zamanlara göre düzenlememiz “sorumlu baba, sorumlu anne, sorumlu eğitimci” kimliğimizin gereğidir. Kitabımız Kur’an’ın ele alınmasında da aynı şeyleri söylemek mümkündür. Çocuğumuzun gelecekteki yaşantısı için onun Kur’an’ı ezberlemesini yeterli görmemiz yarın, Kur’an’ı ezber bilen ama fitneler önünde ne yapacağını bilmeyen bir insan tipi üretmemiz demektir. Bu ise, sorumlulukların yerine getirilmemesinden başka bir şey değildir. Bu nebevi ikazı şu şekilde anlamamız mümkündür:
Herkes sorumludur, herkesin de sorumluluk alanları bellidir. Bu sorumluluğu bize yükleyen imanımızdır, yani mü’min olmamız başıboş olmamıza manidir. Hangi kimlikle nerede bulunuyorsak, imanımız bize orada bir sorumluluk yüklemiştir. Bu sorumluluğumuzu icra edeceğimiz yer dünya hayatıdır. Ahiret, sorumluluk değil, sorumlulukların sonuçlarının görüldüğü yer olacaktır. Buna göre mü’min insanın sorumluluğu, insan olarak bulunduğu her yerde ve insan için olan her iştedir. Bunu baba olarak gördüğümüzde babalık, anne olarak gördüğümüzde annelik, komşu olarak gördüğümüzde komşuluk, idareci olarak gördüğümüzde de idarecilik olarak isimlendirebiliriz.
La-Tahzen / Üzülme
Çünkü hüzün, düşmanı sevindirir, dostunu üzer, haset edenin diline düşürür.
La-Tahzen / Üzülme - Çünkü hüzün, kaybolanı geri getirmez, öleni diriltmez, kaderi değiştirmez, hiçbir fayda getirmez.
La-Tahzen / Üzülme - Çünkü hüzün sinirleri yıpratır, kalbini yorar, gecelerini mahveder.
La-Tahzen / Üzülme - Eğer günah işlediysen tövbe et, istiğfarda bulun, yanlış yaptıysan düzelt, O’nun rahmeti sonsuz, kapısı hep açıktır.
La-Tahzen / Üzülme - Kaybettiğin şey için üzülme; çünkü daha pek çok nimetlere sahipsin. ALLAH’ın sana bahşettiği diğer nimetleri düşün ve şükret. Allah Teala, “Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız buna güç yetiremezsiniz” buyurmuyor mu?
La-Tahzen / Üzülme - Ehli batılın sözlerinden dolayı üzülme, onların tenkitlerine sabrettiğin sürece mükafatlandırılacağını unutma.
La-Tahzen / Üzülme - İnsanlara ihsanda bulunduğun sürece üzülme. Çünkü mutluluğun yolu insanlara ihsanda bulunmaktan geçer.
La-Tahzen / Üzülme - Çünkü iyiliğin mükafatı on mislinden yedi yüz misline, kötülüğün karşılığı ise sadece mislince...

Avuçlardan kalplere yerleşen dünya

Dikkat Dikkat
* Dünya ve dünya nimetleri ile olan ilişkimiz aynı zamanda ahiret sürecimizi de göstermektedir. Bir elde ahiret, bir elde dünya olması gerekirken; dünya iki elimizle beraber kalbimizi de istila etmeye başlamıştır.
* Dünyanın kalplerimizi istila etmesine karşı, onu yok sayan anlayış da sıkıntı oluşturmaktadır. Dünyadan da nasibini unutmayan mutedil anlayışı yakalamaya mecbur bulunuyoruz. Dünyayı itelerken kâfirlerin zaten ona yakın olan idraklerine hizmet edilmiş ve içinde Müslüman’a secde etme fırsatı bırakılmayacak bir keşmekeş ortamına sebep olunmuştur.
* Her şeyden önemlisi sevgili Peygamber Aleyhisselam Efendimiz, bugünkü dünyevileşme sıkıntımızı bir mucize olarak dillendirmiştir. Kulak vermek zorundayız.
* Dünyaya çullanmakla onu kullanmak arasındaki denge nedir?
* Dünyanın içimize sızmasını nasıl hissedebileceğimiz konusunda da bir sıkıntı içindeyiz. Teknolojik imkânları kullanma, daha rahat imkânlara kavuşma, binek, gayrimenkul derken kendimizi dünya nimetlerine esir hâle getirdik. Dün önemsiz olan şeyler, bugün olmazsa olmaz oldu. Şu hâlimiz hiçbir söze gerek bırakmayacak kadar açık bir tablodur: Sadece yarım asır önce insanlar aç kalmaktan, bir dilim ekmeği bile aramaktan söz ederken; bugün bizim en ağır meselelerimizden biri, aşırı tok olmaktır. Yarım asır önce veremle savaş yapılıyordu, şimdi tıp, gıdalarla savaşıyor. Bu gidişle de çok geçmez insanlık ekmekle, tuzla, şekerle savaş birimleri kurar herhâlde! Sadece bu bile dünya ile münasebetlerimizin ne durumda olduğunu gösterir bir örnektir. Dünya neyimizdi, neyimiz oldu?
* Dünyanın avuçlardan kalplere intikalinin getirdiği sonuçlardan biri de bizi haramlara karşı gevşetmesidir. Faizden alkole kadar pek çok konuda haramlara karşı gevşemiş bulunuyoruz. Dün, insanlar kızdıklarına argo da olsa ‘domuz’ diye hitap ediyorlardı. Bu onların domuzu ne kadar çirkin gördüğünü gösteriyordu. Bugün ise tüketilen yiyeceklerde, kullanılan malzemelerde domuzdan imal edilmiş şeyler bulunabileceği endişesi gitgide kaybolmaktadır.

Vahyin Dilinden

“Ey îman edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, anne-babanız ve akrabanızın aleyhine bile olsa Allah için şahitlik eden kişiler olun! (Haklarında şahitlik yaptığınız kişilerin) zengin veya fakir olmasına bakmayın, zira Allah onlara (sizden) daha yakındır. Nefsin arzularına tâbî olmayın ki; haktan dönmeyesiniz ve adâlet üzere hareket edebilesiniz! (Şahitliği) eğip büker yahut ondan tamamen yüz çevirirseniz, (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır.”
4 Nisâ, 135. Âyet
Allah Rasûlü’nden
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
“Her kim insanlarla muâmelede bulunur haksızlık etmez, onlarla konuşur yalan söylemez, onlara vaatte bulunur sözünden dönmezse işte o, insanlığı kemâle ermiş, âdaleti ortaya çıkmış ve kendisiyle kardeş olunması vâcip olmuş kişidir.”
Deylemî
Günün Sözü
“Stadyumlar maç için değil, bir dava sevdası için dolarsa, o gün kurtuluş günüdür.” 
N. Fazıl KISAKÜREK

 Tarihimizi  bilme zarureti  

İKAZ
İlk çevreci Hızır Bey’dir. Aslen Sivrihisarlı olan Hızır Bey’in babaannesinin Nasreddin Hoca’nın kızı olduğu çeşitli kaynaklarda zikredilmektedir. Eğitim ve öğretimini bitirdikten sonra Bursa’daki medreseye müderris olarak tayin edilmekle devlet hizmetine başlar.
Edirne’de görev yaptığı sırada II. Mehmed’in huzurunda bir Arap bilginiyle tartışmak zorunda kalır; üstünlük sağlayan Hızır Bey’in bilgisi sultanı büyüler; büyük Hünkar cübbesini çıkarıp Hızır Bey’e giydirir.
II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra Hızır Bey’i bu yeni şehre kadı tayin eder. O dönemin Osmanlı’sında kadı, günümüzdeki gibi yalnız adliyede anlaşmazlıkları çözümlemez; emrindeki teşkilatla şehrin çeşitli hizmetlerini görmekle de yetkilidir. Böylece Hızır Bey şehrin meseleleriyle ilgilenmeye başlar; adliye, belediye, emniyet ve imar konularında önemli işler yapar.
Rivayet edilir ki; kadılık görevine başlayan Hızır Bey’in hazırlattığı iki yönetmelikten biri Haliç’e dairdir. Bir tabiat harikası olan Haliç’in zamanla dolmaması için at, inek, öküz gibi tırnaklı hayvanların çevredeki tepelerde otlatılmasını yasaklar. Diğer yönetmelik ise Boğaz’da balık avlanmasını düzenler; bunda Boğaz’da balıkların çeşidi tespit edilinceye kadar avlanmanın yasak olduğunu ilan eder.
Bilim tarihinde mikrobu hastalık sebebi olarak XIX. yüzyılda Fransız Pasteur’ün keşfettiği belirtilmektedir. II. Mehmed İstanbul’u fethettikten sonra kurduğu ilk vakıflardan biri, sokaklardaki tükürüklere kireç dökme vakfıydı. Demek ki Osmanlı alimleri mikrobu, mikrobun tükürükte yaşadığını, kirecin de onu öldürdüğünü biliyorlardı.
Mikrobu keşfeden Akşemseddin Hazretleri idi. Tıp fakültelerimizde bu konunun bilinmemesi bir felakettir; bilinip de gündeme getirilmemesi daha büyük bir felakettir; çünkü o zaman bir hesabın ürünü olarak karşımıza çıkar. Bu konu sadece Akşemseddin’in hakkını Pasteur’den geri alması demek değildir.
Milletleri ayağa kaldıran, kendilerine duydukları özgüvendir. Gerçeği öğrenen evladımız toprağa farklı basar; “Ceddimiz bunları yaptı; ben de yaparım” diyerek kütüphanelerde, laboratuvarlarda daha bir iştiyakla çalışır.
Bilim tarihi açısından İslâm, Türk dünyası ve bilhassa Osmanlı ele alınmalıdır. İmam Gazali’deki konulara, hatta cümlelere Descartes’te rastlıyoruz. Nasıl bir iştir ki Muhyiddin-i Arabi’nin örnekleriyle Pascal ve Malebranche’da karşılaşıyoruz. Bilhassa Mimar Sinan, Piri Reis’in üzerinde durulmaktadır. Mimar Sinan’ın ve öğrencilerinin yaptıkları eserler niçin dünyada çok farklı? Mutlaka bilinmeyeni bilmiş olmalılar ki, yapılmayanı yapmışlardır. Piri Reis’in çizdiği haritayı bir Batılı çizmiş olsaydı, okullarımızda üzerinde nasıl bir hassasiyetiyle durulurdu...
Üç yüz yıl kadar önce bir Fransız, “Türkler niçin sokağa tükürmüyorlar?” diye bir kitap yazmıştı. Herhalde bugün yazsaydı niçin tükürdüğümüzü anlatmak için kaleme sarılırdı. Neyimizi kaybedip bu durumlara düştük; buradan nasıl çıkarız? Bunlar ciddi araştırma konularıdır. Batı’nın söylediklerini papağan gibi tekrar etmek en fazla ilmi, bilgiye dönüştürmektir; bu marifet değildir. Onun ötesinde bir şeyler yapmak gerekli.
Batı’nın medeni olduğu, bizim ise medeniyet adına hiçbir şey yapmadığımız inancı, bizi milletimizden, özelliklerimizden koparır. Binlerce yıllık tarihinde insanlığın hizmetine sunacak bir şey üretmeyen millet yaşasa ne olur, yaşamasa ne olur noktasına gençlerimizi götürmesi tabii değil mi? Tarihimizi bilmekle yalnızca bilgi elde etmeyiz; aynı zamanda yaşamak imkânına da kavuşuruz. Kısacası, o bizim hayata açılan kapımızdır.
(Mehmed Niyazi ÖZDEMİR)
DERS
Konuşan eşek
Akıl ve zekâdan nasibini alamamış bir adam, dünyada başka işi kalmamış gibi, eşeğine konuşma öğretmeye çalışıyordu. Bunun için senelerce uğraştı, ne çabalar sarfetti, eşek gibi inat etti ama başaramadı. Akıllı bir zat onunla karşılaştığında hâlâ aynı şeyle uğraştığını öğrenince şöyle dedi: “Bu işten vazgeç, insanların seni ayıplamasından kurtul. Hayvanlar senden konuşmayı öğrenemezler. Sen çalış da, bari onlardan sükûtu öğren.” (Sadi ŞİRAZÎ)

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
12 Yorum
Yaşar Değirmenci Arşivi