Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Umudunu kaybeden inancını kaybeder

Umudunu kaybeden inancını kaybeder

Umut, iman kaynaklı bir kavramdır: İnançlı insanı imanı yönetir. Yönetmiyorsa o iman taklittir.

Bilmemiz gereken şudur: Umudunu yitiren, kendini de yitirir…
Ancak hedefimizin büyüklüğü ölçüsünde büyüyebilir, umudumuz kadar var olabilir, imanımızın derinliği nispetinde şartlara meydan okuyabiliriz.
Osmanlı insanı bu gerçekten hareketle, dört unsurlu bir hayat felsefesi geliştirmişti:

1. Errizku Alellah (rızkı veren Allah’tır)…
2. Tevekkeltü Alellah (Allaha dayan)…
3. Ya sabır (sabretmeyi bil, vaktinden önce bahar gelmez)…
4. Bu da geçer ya hu! (Her şeyin bir ömrü vardır, kişisel yahut toplumsal sıkıntıları kalıcı sanıp umutsuzluğa düşme)…
Osmanlılar bu cümleleri levhalaştırıp duvarlarının yanı sıra yüreklerine de astılar ve hayatın temel sırrı gibi, bir tılsım gibi taşıdılar.
Ertuğrul, Osman, Orhan, Hüdavendigâr, Yıldırım, Fatih, Yavuz, Kanunî, Murad gibi nice “Âbide insan” bu hayat felsefesiyle yetiştirildi…
Bu felsefe ile yetişip Peygamber kıssalarıyla pişen yürekler, musibetler karşısında diri durdular: Hayattan yakınmayı, isyana kalkışmayı ya da şartlara teslim olmayı bir an bile düşünmediler.

Bu yüzden imkânsızlıktan imkân çıkarır, engellerin üstüne “umut kılıcı”yla yürürlerdi.
Aşiretten kısa süre içinde devlete, devletten baş döndürücü bir hızla imparatorluğa yükselişin sırrı, kanaatimce, burada yatıyor.

Osmanlı’ya Bizans fethini nasip edip, ayrıca hilâfetle Osmanlı’yı taçlandıran İlâhî tecellî de, sanki bu hayat felsefesinin gerekliliği ile geçerliliğini tescil ediyor.
Biz sürekli şikâyet ederek, yakınarak, umutsuzluğa düşerek, dünyayı kurtaracakken engelleniyormuşuz hissiyle bunalarak yahut “müsebbip” sandıklarımızla savaşarak bir yere varamayız…

Fail-i hakiki (o işi gerçekte yapan), Allah’tır!
Olumsuz düşünceler, tereddütler, umutsuzluklar, yersiz tenkitler ve abartılı böbürlenmeler sadece hizmet alanımızı daraltır, hareket kabiliyetimizi sınırlar: Zaman içinde kıpırdayamaz oluruz.

Osmanlı’nın diğerlerine üstünlüğü inancıydı sanırım. Özünde “İnanıyorsanız, üstünsünüz” hükmünü yaşıyordu. Buna o kadar inanıyorlardı ki, herhangi bir konuda başarısız olsalar, şartlardan ve sebeplerden önce kendilerini sorgulamaya başlıyorlardı.

¥
Gerçek anlamda inanan insanın yüreğini çökertmek mümkün değildir. Çünkü onun hiçbir şart atında çökmeyen, çökse de yeniden dirilişi başlatan dinamikleri vardır. Dinamiklerini harekete geçirip her çöküntüden çıkar, her zaman yeniden dirilişi başarır, yoluna devam eder...
Yani inanç, insana azim, ümit, hedef, kararlılık ve direnç kazandırır. İnanan insan pes etmez, teslim olmaz, şartlara boyun eğmez.

Bediüzzaman, “Hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir” derken, eminim bu ölçüden hareket etmiş, bu ölçüden aldığı inançla da, “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslamın sadası olacaktır” diye haykırmıştır.
Tüm kapıların iman hizmetine kapandığı yıllarda ne pes etmiş, ne isyan etmiş, “Bir kapıyı kapatan Allah başka kapılar açar” hakikati çerçevesinde “tevekkeltü Alellah” diyerek, işi “fail-i hakiki”ye bağlamış, azimle kıble yürüyüşünü sürdürmüştür.

Şartlar, insanlar zamanla değişebilir, ama kurallar değişmez. Hele o kuralın kaynağı “Kur’an-ı Kerim” ise…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi