Lütfü Şehsuvaroğlu

Lütfü Şehsuvaroğlu

Derûnunda ne var?

Derûnunda ne var?

Bütün bu işler olup biterken, parantez açalım yani hangi işler: Suriye, Irak, çözüm, terör, emperyalizm, enerji, Rusya, Afrika, demokratikleşme, yolsuzluk, cemaat, işsizlik, AB üyeliği, göçmen kampı oluşumuz vs. yani; derinde bir büyük ülküyü yaşatmak lâzımdır. 

Her şeye rağmen…

Bu öyle bir kurgu olmalıdır ki, millet mayasında asırların yıpratıcı tesirlerine rağmen bozulmadan duran hasletlere uygunluk arz etsin. Millet, “hissi kablel vukuu”nda pişirdiği bu hamuleyi, vacip olduğunda hayata sokabilsin. Milletin tabiî reflekslerini neredeyse tâyin edici bir faktör olan bu maya, gerçekte onun kızılelmasının da “yöneylem” planlamasıdır. Öyle ki, ihtiyaç hâsıl olduğunda, birdenbire akıl sahipleri, bu planlama dairesinde gereken projeleri gündeme taşırlar/taşıyabilirler. 

Türk milleti, üç asrı biraz aşan bir süre içinde kendi ‘büyük birlik’ projesini, çözülmeye doğru sürüklenirken yeniden üretebilme hasletini kaybetmişe benziyor; bu süre, aynı zamanda Avrupa’nın kendi büyük birlik projesini inşaa etme ameliyesinin tarihidir. 

Bugün Avrupa projesinin nihaî noktaya gelindiği bir mevsimdir; ki, İbn Haldun nazariyesine göre artık zirvelerden bu tıkanma sonucu tabiî bir düşüş beklenmelidir. Batı’nın damgasını vurduğu bu üç buçuk asra varan dönem, müthiş kan dökücülük ve bir o kadar sinsi planların yine de derûnunda bir felsefî birikimin hayat bulduğu dönemdir. Elbette ki birkaç Batı vardır ve bizim gibi çözülme döneminde tek bir batıcılık hamlesi güden ülkeler, bu gerçek karşısında kendi kendisini bağlamakta, önüne zaman zaman çıkan fırsatları da farkında olmadan çok ucuza harcamaktadır.

Bin yılı aşkın bir zamandır yaşamakta olduğu coğrafî muhit, ona aşkın felsefe olmadan o topraklarda barınamayacağını öğütlediği halde, yaşanan her felâketten ders çıkarmak yerine daha büyük korku ve vehimlere dûçar olarak başkaca tezgâhlara imkân sunmak bahtsızlığına yol açmaktadır. 

BİR YANDA DAĞILMA, DİĞER YANDA BÜTÜNLEŞME

1724. İstanbul, medeniyetinin zirvesinde bulunan imparatorluğun ve halkının en mutlu ve en refah içinde bulunduğu; mûsıkînin ve mimarînin bütün teferruatları ve nüanslarıyla medeniyeti bizatihi yaşanır kılan eserler hâlinde şehre intikal ettiği, medeniyetin doğrudan en bâriz göstergeleri olarak tebellür ettiği bir devri yaşamaktadır. Lâle devri, hiç de küçümsenecek, alaya alınacak bir devir değildir. Padişahlar bizzat sanatçıdırlar ve şehir güzelim bahçeleriyle Avrupa şehirlerinden öne çıkma telâşındadır. Batı, yeni yeni rönesans ve reform hareketlerinin diriltici sarsıntılarını yaşamaktadır; Türkiye de önceki Batılılaşma çabalarına yenisini eklemek istemektedir. Batılılaşma yine de olağan bir gelişme olarak gözlemlenmektedir. Toplum ve yönetim kendi tabiî ve organik seyr ü seferini izlemektedir. Gel gör ki, aşkın felsefe yitirilip de bütün mesele kendi kendini tekrara veya alışıldık “izleme” yaratıcı entellektüalizme ihtiyaç göstermeyince (veya böylesi hayatî bir ihtiyaç hissedilmeyince) tıkanma baş gösterecektir.

1824. Son dönem Türk inkılapçılığında iki çeşit batılılaşma cereyanından bahsedilir. Biri 2. Mahmud ile Mustafa Kemal’in temsil ettiği ve doğrudan devlet gücünü kullanarak biraz da ‘spontane’ olmayan devrimci-hızlı bir inkılapçılık. Diğeri de yine batılı müesseseleri uzun vadeye yayarak ve spontane, alıştıra alıştıra, içselleştirerek bir transformasyon gerçekleştirmek. Bunun temsilcileri de 2. Abdülhamid ile Özal. 2. Mahmud yüz yıl öncesindeki durağan, tabiî bir takip olarak süregelen batılılaşmayı hızlandırdı. Kendinden yüz yıl sonraki inkılapçılıktan belki de çok daha radikal dönüşümler meydana getirdi. Herşeyden evvel yüzyıllar boyu imparatorluğu zaferden zafere koşturmuş; aynı zamanda da geleneksel toprak ve toplum düzenini remzeden bir orduyu yok etti; yeni sıfırdan ordu kurdu. Geleneksel padişah kıyafetleri değişti, pantolon giyilmeye, fes takılmaya, sakal kesilmeye başlandı. Yapılan radikal uygulamalar, şok edici yenileşmeler, sınıfsal dönüşümler, keskin ıslahatlar toplumu sarstı. Buradan yenileşmenin aşkın felsefesi besleyici rol oynayabilseydi; belki, önündeki asırdaki tehlikeleri bertaraf edebilecek stratejiler de üretilebilirdi, olmadı.

1924. yeni Anayasa. Cumhuriyet kurulmuş, devlet, emperyal vizyondan vazgeçerek; Batı Türk imparatorluğunun Doğu Türk imparatorluğuna kalbedilmesi işi akim kalmış, çaresiz misak-ı millîye sığınılmıştır. Ulus devlet son duraktır. Batı, feodalizmin pençesinde bölünük bir coğrafya ve kültür içinde iken, Türkiye o çağlarda büyük birlik tesis etmişti. Giderek Batı, büyük birlik projesini hayata sokarken, Türkiye elindeki cevheri, sihri yitirdi. Bu süreç, sanki artık dünya düzeninin anahtarı olmuştur. Global dünya demek bir yanda bütünleşme, bloklaşma, yeni birlik felsefeleri ve projeleri geliştirme demekse; diğer yanda da parçalanma, dağılma, yeni etni-siteleri ortaya çıkarma demektir. AET’yi AT ve sonra AB yapan süreç, yakın gelecekte Birleşik Avrupa (tek) Devleti’ne doğru sonuç alacaktır. Periferisindeki bizim gibi ülkeler ise ikinci talihi; parçalanma, dağılma, yeni etni-siteleşmeyi yaşayacaktır. Bu istikamet hem 1724/ 1824/ 1924/ 2024 perspektifi ve tirend hesabının eseridir; kötümser olmak için iyimser olmaktan çok daha fazla malzeme-veri vardır; hem de İbn Haldun’un devrî nazariyesini çağdaşlaştırmak ve yeniden diriliş için yeniden bir aşkın felsefeye yaslanmak düstûrunu hatırlatan kötümser durum tahlilinden fiilî durumu iyimser kılacak yöneylem planlaması fırsatını verir. 

Tabiî ve Olağan Olmak/Bütün Birikimi Taşımak

Böyle giderse hâlimiz nicedir! 2024 önceki 24’lü asır dönümlerinde ne olduysa onun olacağının sinyallerini vermektedir. 

Türkiye’nin yeni batılılaşma perspektifi aşkın bir felsefeye dayanmamaktadır. Hatta öyle ki, yüz öncesinde bile Ziya Gökalp’ın ortaya koyduğu “üçleme”(Türkleşmek-İslâmlaşmak-Muasırlaşmak ; Türk milletindenim/ İslâm ümmetindenim/ Batı medeniyetindenim) elbette ki, bugünkü fikrî kısırlığımızdan çok daha anlamlı sayılabilir. Bugün AB’ye evet diyenlerin, global statükoya payanda olanların, daha birkaç yıl öncesinde bambaşka bir fikre ve duruşa sahip olmaları neyin kanıtıdır? 80’li yıllar öncesinde (hatta 90’lı yıllar) Türkiye’nin bütün fikir kulüpleri sanki elbirliği etmişçesine Ortak Pazar’a (AET) karşı idiler. Oysa Avrupa’nın tehdit algılamasında İslâm’ın değil de Sovyetler’in (kızıl tehdit) bulunduğu ve Türkiye’nin hazmedilebilir bir ülke olduğu o dönem Türkiye’nin AET’ye girmesi çok daha imkân dahilinde idi. Türkiye “zaman yönetimi” bakımından çok beceriksiz çıktı. Fikir kulüpleri aşkın felsefe üreterek veya geleneklerinde var olanı yeniden inşa/ihya/ibda ederek bir yol açıcılığı faktörü ortaya koyamadılar. İslamcılar da, Milliyetçiler de, Kemalistler de, Sosyalistler de çuvalladı. Hepsi sınıfta kaldı. En son da 12 Eylül Cuntası Türkiye’nin en büyük “koz”unu bedavaya verdi ve Yunanistan 1981’de üye olurken; 2. Dünya Savaşı sonrası Batı ile ilişkilerde hep Yunanistan ile beraber hareket etmeyi becerebilmiş Türk diplomasisi zaafa düştü ve tarihî bir fırsatı kaçırdı. Belki de Apo’nun Türkiye’ye verdiği sıkıntıya denk bir gafletti bu.

Bugün, görüyoruz ki, tiren kaçmadan atlama telaşı vardır. Yine tabiî ve olağan bir uyum söz konusu değildir. Yine hareketlerimize, düşüncelerimize, tatbikatımıza egemen olan saik, ne yazık ki telaş sendromudur. Yine korkularımız, vehimlerimiz galabe çalmaktadır.   

Yine aşkın bir felsefe yoktur. Tarih bilinci tozlu sayfalardadır. Toprağa yine kulak kabartılmamıştır. Toprak avcumuza alınıp tahlil edilmemiş; ızdırabı hissedilmemiştir. Bin yılın bu topraklara bağlı insanı, cevherindeki aşkınlığı keşfedip “ben dahi yapıldım taş u toprağ arasında” deyû yeniden yapılanmamıştır. Yaratıcı entellektüalizmini yitiren fikir kulüplerimiz, entelijensiya işlevine mahkûm olmuş ve böylece önüne konan senaryoyu oynamak durumunda kalmıştır. 

Oysa büyük bir teveccüh ile müthiş bir kredibilite yakalayan siyaset çarkı, Türkiye’nin büyük birikimini harekete geçirerek önünü açabilirdi. Nisa süresi 58. Ayete hörmetle bile ne çok şey yapılabilirdi. Emâneti ehline vermeyenler elbette ki âkıbetlerini bekleyeceklerdir. Mekke fethedilir; Kâinâtın Efendisi Kâbe’de namaz kılacaktır elbet. Şükür namazı. Anahtar Ömer b. Talha’dadır. Vermez. Zira anahtar henüz Müslüman bile olmayan Ömer için bir emânettir. Tabiî Hz. Âli güçlü kuvvetli, Peygambere kapıyı açacak; basar alır anahtarı, Ömer’in ümüğüne... İlahî buyruk: “Emâneti ehline veriniz!”

Peygamber iki rekat namazını kılar ve sonra Mekke fatihlerinin en önde gelenleri anahtara el koyma peşinde/aşkında iken, Kâbe sorumlusu olmak haklarıyken(en azından öyle düşünme hakları var) İlâhî buyruk gereği emanet ehline verilir: Yani Ömer b. Talha’ya... üstelik de henüz Müslüman olmamışken... Şüphesiz ki, emanetin ehline verilmesiyle oradan büyük bir medeniyet fışkırdı.

Hazreti Âli’ye bile hakettiği anahtar verilmez ve o müthiş uyarı dersini verirken; nasıl olur da onun yolunun yolcuları(en azından bu iddiada olanlar) için İlâhî buyruk tesir etmez? 

O halde, ne yapalım? Kıyâmeti bekleyelim mi?

Dağarcık :

Kureyşliler ne isterse vereceklerini beyan ettiler:

Dedi ki:

“Güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz dâvâmdan dönmem!”

Rubai :

Gül-şen

Bağdaki gül, semadaki gül sensin

Gece gündüz gönlü açan gülşensin

Alnımı koyduğum şefkatli toprak

Ruhuma huzur veren bülbül sensin

Günün Tweet'i

Gül gül değilmiş misal lale hepten sahteymiş

Koku çiçekte değil nefesteki ahteymiş

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Lütfü Şehsuvaroğlu Arşivi