Recep Garip

Recep Garip

Şiirin çağrısı

Şiirin çağrısı

Gelin gülle başlayalım atalara uyarak    Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine”

Sezai Karakoç - Zamana Adanmış Sözler’ kitabının “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine–I” de şiire böyle girer. Şiirin besmelesi gibidir. Ben öyle düşünürüm.  Gülü selamlamalı, Gülle selamlamalı.

Şu karşı evin penceresinden anne çocuğunu çağırıyor.  Pencerede duran genç kız, birdenbire yağmaya başlayan yağmurun sesiyle annesinin hemen gelip görmesini isteyen bir çağrıyla inletiyor evin içini. Sabahın o eşsiz vakti girdiğinde, mahalle camiinden ezan sesini duyunca uykudan uyanıp, yatağımın içinde oturup dinlediğim, ilk ezan sesi geliyor gönlümün ta ortasına oturuyor. Bunlar birer şiir çağrısıdır.

Güneş, öyle sessizce doğuyor ki farkında olmuyor insan. Özel olarak güneşin doğumunu izlemesi gerekiyor bireyin. Bir tepede gündoğumunu bekleyerek geçirilen vaktinde bir çağrısı olmalı. Gün biterken, güneşin ayrılışı bir hüznü andırır gibi ufku sarıyor, kızıllıklar renkten renge dönüyor. Sanki sevgili çekip gitmiş gibi her şey boynunu büküyor. Bulutların verdiği fotoğraf ressamların, şairlerin, sanatkârların dudaklarını uçuklatacak düzeyde hayranlık uyandırırken bununda bir çağrı olduğunu düşünürüm.

İstanbul’dan Başkent’e doğru arabamızla yola çıktığımızda yağmur filan yoktu. Birden bire bir rüzgâr, bir fırtına, bulutların rengi değişti hava aniden karardı bir yağmur havası estikçe bunu hissetmemek mümkün değildi.  Arabanın açık duran penceresini çoktan kapatmıştık bile. Bu geliş gidişlerinde, hissedişlerinde bir çağrı niteliği taşıdığında kuşku yok.

Durup dururken yapraklar sararmıyor, renkleri kahverengiye, kızıla çalmıyor. Bir mevsimin bitişi ve yeni bir mevsime geçişiyle havaların değişmesi, yaprakların savrulmaya, dökülmeye ve farklı bir armoniye başlamasıyla fotoğraflar çekme hevesimiz bu kez sonbaharın alev sarısı saçlarına dönüyor. Bir çağrı bizi, tabiatın sarıdan kahveye ve kızıl saçlı orman kızına gözlerimizi çeviriyor. Tam fotoğrafları çektiğimiz coşku içerisinde bulutların hareketliliğiyle son baharda resme düşen karelerle meşgulken yine bir çiseleme hissiyle yağmur kendi varlığından haberler taşıyor bize. İşte şiir budur diyorum. Bir kuytu köşede bekleyip durduğumuz saçak altında yoldan geçenleri, ağaçları, savrulan yaprakları, bir evden genç bir kızın kardeşini çağrısını, bir kedinin, bir köpeğin kendini bir kuytuluğa atışını gözlemlerken yakaladıklarımın her birisinin de şiir olduğundan şüphe etmiyorum. Sonra yağmur öylesine hızla yağıyor ki. Sanıyorsunuz hiç durmayacak. Bardaktan boşalırcasına denir ya öyle yağıyor. Damlalarını izliyorum. İlk başlangıçtaki çiseleme çoktan çekip gitmiş yerini iri damlalara bırakmıştı. Ne kadar yağdı, ben ne kadar yağmuru o çatı altında izledim. Kaç araba, kaç insan gelip geçti saymadım. Hızla, coşkuyla durmayacak hissiyle yağan yağmur hafiflemeye başladı. Biraz sonra da sanki hiç yağmamış gibi duruverdi ya şiir buydu işte.

Yağmur durmuş, yeniden yollarda, kaldırımlarda hareketlilikler başlamıştı. Güneş başını uzatmış bulutlar kaybolup gitmişti. Belli bir hızla devam ettiğim araçımla sonbaharın kolları arasından Bolu dağlarına doğru tırmanıyordum. Yağmurun ardından oluşan gökkuşağıyla ben yedi renk diyeyim sen yetmiş rengin birbirine geçtiğini söyle öylesine güzeldi ki bakmaya doyamıyordu insan. Bu gökkuşağı da her bir insana bir çağrıydı elbette. Çocuklar çığlık çığlığa gökkuşağına bakıyor. Yoldan geçip gidenler, sevgililer birbirlerine gösteriyorlardı. Hiç kuşkum yoktu bundan. İşte buydu şiir, işte şiirin çağrısı buydu. İçimde akan ırmaklar vardı alabildiğine eleğimsağmaya ulaşma isteğiyle tabiatın sonsuz sunduğu musikiyi duyuyor gibi oluyordum. Bence bu hissettiğimdi şiir.

İnsan günü yaşarken onlarca olayların içinden geçiyor. Onlarca kelimeler dünyasından cümleler kuruyor. Hiç aklına gelmeyen konuları konuşuyor birileriyle. Karşılaştıkları insanlarla merhabaların, selamlamaların, muhabbetlerin, dertleşmelerin akıp gittiği bir ırmağa dönüyor kelimeler. İnsan ve kelimeler, insan ve lisan birbirini asla bırakmıyor. Gün içinde var olan her eşya, her hadise, her tavır, davranış insandan insana ulaşan, dokunan, değiştiren, dönüştüren, kıran ve inciten, seven ve sevdiren yanlarıyla geçip gidiyor. Biliriz ki geçip giden elimizdeki imkândır, bize ait kaybedilmiş zamanlardır. İçinde olduğumuz anda onu kıymetlendirebilmiş isek son derece mutlu olduğumuz gözlerimden tavırlarımızdan, hallerimizden, sözcüklerimizden anlaşılıyor demektir. Her daim aynı minval üzere yaşanmıyor, kalınmıyor. Her an saliselerle kalpten gönle doğru bir değişim içinde olduğumuz gerçeğini de hatırlıyorum elbette. İlk ışıktan, sabahın sessizliğini çözümleyen ışıktan tutunarak güne başladığımız ve akşamın alacasında yorgun bir hal ile düşlerin farklı atmosferlerden yüze yansıyan emareleriyle kelimelerinde kendiliğinden yuvalarına doğru çekildiğini de biliyoruz elbette.

Ağır ağır çıkıyoruz Ahmet Haşim’in merdivenlerden çıkar gibi. Gün yorulmuştu ya kelimelerde yorgundu artık. Şirin varlığını çözümlemeye çalıştığımız gün, henüz bitmedi ama bir disipline doğru yolculuğu kendiliğinden gerçekleştirmeyi denedik.  Akşam kutlu evde, kutlu çocuklarla, çocukların anneleriyle, dedeler ve nenelerle, teyzeler ve halalarla, amcalar ve dayılarla birlikte güne dair değerlendirmeler kısa cümleler halinde sofranın bir yanında bağdaş kurup oturdular. Sofrada güne dair her şey sıcacık çorba eşliğinde akıp gitti. Herkes birbirine bir şeyler anlattı. Büyükler çoğunlukla dinlediler. Ara cümlelerde nasihate benzer emir kipleri bulundu. Sofra duası da bir şiire yansıdı. Hayatın tam da ortasında, yüreğim hissedişinde duruyordu şiir.

Gece aydınlıktı. Gökyüzü pırıl pırıl yıldızlarla doluydu. Ne çok severdik ilk gençlik yıllarından itibaren gökyüzünü izlemeyi, yıldızlardan bahsetmeyi. Kayan bir yıldızla dilekler tutmayı, her gökyüzü izlencesinde sanki bir yıldız kayacak ve ilk gören olunacaktı ve dilekler tutulacaktı. Yıldızlı gecelere, hilale tutunduğumuz “bir hilal uğruna Yarap ne güneşler batıyor” mısrasını her defasında tekrarladığımız gecelere bir de dolunaylı gecelere ne çok hayrandı insan. Hayrandık her birimiz. Şiir bundan gayrı neydi ki?

Yıldızlı kelimeler topladım sensiz

Ellerimi uzattığım boşlukta var mıydı ellerin

Şu karşı tepe de ne çok yakınmış meğerse

Değdi değecek göğün katına şiir

Şiir, senin saçlarındı aşikâr

Şiir, kavruk yüzlü sonbahar çocukları

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Recep Garip Arşivi