Salih Cenap Baydar

Salih Cenap Baydar

Ekip çalışması

Ekip çalışması

Yıllar evvel, Almanya’da dünya çapında bir yazılım ve teknoloji danışmanlığı şirketinde çalışıyordum. Beni Münih’te büyük bir projede görevlendirmişlerdi. Yaklaşık on kişilik bir ekip olarak verilen görevleri tamamlamıştık. Çalıştığım şirketin bir usûlü vardı. Her proje için yeni bir ekip oluşturuluyor, proje bitiminde, yöneticiler, takım liderleri ve çalışanlar başka projeler için oluşturulan yeni takımlarda yer almak üzere ayrılıp gidiyorlardı. Proje ekibi dağılmadan önce, proje boyunca birlikte çalışan ekip arkadaşları son bir yemekte bir araya geliyor, gayriresmi bir ortamda hem projeyi değerlendiriyor hem de vedalaşıyorlardı.

Benim proje yöneticim Alexandra isimli bir Alman kadındı. Bize yemekten önce kısa bir Münih turu yaptırdı. Münih’in tarihi yerlerini gezdirip anlattı. Sağolsun dini hassasiyetlerimi dikkate almış, yemek yiyeceğimiz yeri de bana göre ayarlamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam bir Hint restoranında, sadece sebzelerden oluşan güzel bir yemek yedik. Yemekte konu konuyu açtı. Oldukça samimi bir ortam oluşunca kafamı meşgul eden bir soruyu Alexandra’ya sormaya karar verdim.

- Alexandra, dedim, doğrusu sorumla seni incitmekten de korkuyorum ama cevabını çok merak ettiğim bir soru var. Siz Almanlarla çalıştığım süreçte kafamdaki resimle hakikatin uyuşmadığını gördüm. Bütün dünya Alman mühendisliğinin üstün kalitesi hususunda ittifak eder. Ürettiğiniz mühendislik ürünleri, sağlamlıkları, dayanıklılıkları ile bilinir. Fakat burada gördüm ki beraber çalıştığımız Alman arkadaşlar, tek tek bakıldığında hiç de “parlak” sayılmazlar. Hatta bizim Türk yazılımcıların yanında ancak vasat sayılabilirler. Nasıl oluyor da bu kalitede adamlarla dünyanın en önde gelen teknoloji üreticilerinden ve ekonomilerinden biri olabiliyorsunuz?

Alexandra güldü. Pek de alınmış görünmüyordu. Kısa bir cevap verdi:

- Gözlemin doğru. Tek tek çok da parlak sayılmayız ama biz ekip çalışmasını iyi bilir, takım halinde çok iyi iş yaparız. Sanırım sebebi bu!...

Bu anektodun üzerinde uzun seneler geçti. Ben bu arada hem yurt içinde hem yurt dışında, çok sayıda projede, çok sayıda farklı ekipte görev aldım. Tecrübelerim ve gözlemlerim neticesi Alexandra’nın çok önemli bir hakikati yakaladığı kanaatine vardım.

Büyük projeler ancak kalabalık ekipler eliyle yürütülebiliyor. Takım oyunu ise maalesef bizim Türkler olarak pek de başarılı olduğumuz bir alan değil.

Şahsi çıkarlarımız için bile olsa bir fayda üretmek üzere bir araya gelip koordine olamıyoruz.

Bu ortak çalışma konusundaki yetersizliğimizi tespit etmek için şehirlerimizde şöyle bir tur atmak yeterlidir. Hemen her binanın çatısında sekiz-on tane çanak anten bizde sıradan bir manzaradır. Kaliteli tek bir çanak anten koyup dairelere paylaştırmak hem kalite, hem kurulum maliyetleri, hem de bakım maliyetleri açısından çok daha avantajlı olduğu halde on aile beraber hareket edemeyiz. Hepimiz kendi çanak antenimizi kurdurmanın bir çaresine bakarız.

Ortak çalışma için, yazılı olan ya da olmayan “kuralların” belirlenmesi ve kabul edilmesi gerekiyor. Sanıyorum birlikte iş yapamamamızın köklerinde bu noktadaki yetersizliğimiz yatıyor.

Kuralları sevmiyor, kurallara inanmıyoruz.Kurallar başkaları için geçerli olsun ama bizim için hiçbir kural olmasın istiyoruz.Halbuki birlikte çalışabilme için rollerin, beklentilerin, iş akışlarının, hiyerarşinin, görev ve sorumlulukların net bir şekilde tanımlanması gerekir. Bu da yetmez, kuralları ihlal edenlere uygulanacak yaptırımların da kesin olarak belirlenmesi şarttır.

Bu ise hiç ama hiç işimize gelmez.

Bir futbol takımı düşünün.Kaleci arada sırada kaleyi boşaltıp gol atmaya gitmek istiyor.Takım kaptanı kavga ettiği bir oyuncuyu kaleye geçirmeye kalkıyor.Takımın golcüsü kimselere pas vermiyor, ayağına gelen her topu kaleye şutluyor.Forvet oyuncusu defansa yardıma gelmeyi reddediyor.Orta saha oyuncusu kimbilir hangi kirli hesapla bir an önce kırmızı kart görüp atılmaya çalışıyor.Teknik direktör, kaptanıyla takımın stratejisini kimin belirleyeceği konusunda savaş veriyor. Bu takımı bekleyen sadece kocaman bir “hezimetten” başka bir şey değildir.

Twitter’in patronu Jack Dorsey 2015 yılının Ekim ayında şirket hisselerinin üçte birini (ki yaklaşık 200 milyon dolar yapıyor) şirketinde çalışan ekip arkadaşlarına devrettiğini açıkladı. Şöyle de bir mesaj attı:“Küçük bir şeyin büyük bir kısmına sahip olmaktansa, büyük bir şeyin küçük bir kısmına sahip olmayı tercih ederim. Arkadaşlarıma Twitter’i büyük bir şey yapacağımıza eminim!”

Bu sözü biz söylesek sanırım şöyle söylerdik:“Büyük ya da küçük farketmez, her ne varsa onun hepsine tek başıma sahip olmayı ve ne kârı, ne başarıyı asla paylaşmamayı tercih ederim. Hayatta hep tek tabanca olarak mücadele edebileceğime ve başarılı olabileceğime eminim!”

Bu kafayı değiştirmedikçe, ortak iş yapma konusunda mesafe almadıkça 21. asrın hayat sahnesinde varlık göstermemiz pek de mümkün görünmüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Salih Cenap Baydar Arşivi