Mustafa Erdoğan

Mustafa Erdoğan

Türkiye’nin paradigma değişimine ihtiyacı var

Türkiye’nin paradigma değişimine ihtiyacı var

Kürt meselesinde resmi Türkiye’nin çıkmazı sadece PKK terörünün nasıl üstesinden gelinebileceğine odaklanmasındadır. Bunun da temel nedeni, gerek siyasi seçkinlerimizin gerekse devlet elitlerinin bu meseleyi, yanlış olduğu artık iyice kesinleşmiş olan bir paradigma çerçevesinde düşünmeye devam etmeleridir. Oysa Türkiye’nin bu konuda paradigma değişimine ihtiyacı var.

Paradigma değiştirmek elbette kolay değildir. Çünkü, paradigma değişiminin ima ettiği zihinsel sıçrama, daha önce sahip olunan kimi köklü fikirleri, bağlılıkları ve tarafgirlikleri terkedebilme ‘cesareti’ni gerektirir. Böylesine ‘devrimci’ bir değişimin, bırakınız değer ve çıkarların belirleyici olduğu siyaset alanını, bu bakımlardan çok daha nötr olması beklenen fen bilimleri alanında bile zor olduğunu yıllar önce Thomas Kuhn göstermişti.

Önceki yazımda, Kürt meselesinde siyasetçilerin doğru çözümü bulabilmelerinin ilk şartının, masumların ölümlerinin acısını derinden hissetmeleri ve vicdanlarının sesine kulak vermeleri olduğunu belirtmiştim. Çünkü, aksi halde bu meselede zihinsel bir sıçrama yapıp paradigma değiştirmek neredeyse imkánsızdır. Yerleşik paradigmanın zihin dünyamıza koyduğu blokajı eğer aşabileceksek, ancak böyle aşabiliriz.

Peki nedir aşılması gereken resmi paradigma? Bu, kısaca, geleneksel ‘ulus-devlet’ paradigmasıdır; daha doğrusu, onun Türkiye’ye özgü daha da katı versiyonudur.

Buna göre: ‘Günümüzde siyasi organizasyonun en ‘iyi’ biçimi türdeş bir ulusun merkezi olarak örgütlenmesine dayanan devlet modelidir. Bu, aynı zamanda tarihsel açıdan da en ‘ileri’ olan modeldir. Ulus veya millet dediğimiz var oluş tarzı da, farklılık kabul etmeyen bütünleşik bir kollektiviteden başka bir şey değildir ve öyle de kalması gerekir. Ulusun, dolayısıyla ‘onun’ devletinin sağlığı bu birlik-bütünlüğü her ne pahasına olursa olsun korumakta yatar. Öyleyse, farklılıkların tanınması ve merkezi otoritenin toplumun tümü üstündeki sıkı kontrolünün zayıflaması nihayetinde ulusun ve onun devletinin yok olmasıyla sonuçlanır.’

Bu patetik zihniyetin Kürt meselesiyle ilgili başlıca iki sonucu var: ‘Türk ulusu’ tek ve bütünleşik bir kütle olduğuna ve devlet de bu ulusa ait bulunduğuna göre, Türkiye’deki hiçbir grup bu ana bütünden farklı olduğunu iddia edemez. Kısaca, ayrı bir Kürt kimliğinin var olduğu kabul edilemez. İkincisi, devletin merkeziyetçi yapısı ulus-devlet olarak varlığımız bakımından hayatidir, dolayısıyla adem-i merkeziyetçi düzenlemelere, özellikle de onun siyasi türlerine izin verilemez. Bu iki sonucun zorunlu olarak bizi götüreceği üçüncü bir sonuç daha var ki, en fazla kaygı verici olanı da o: ‘Bu en yüce değerleri gerektiğinde insan hakları pahasına korumak zorundayız.’

Şimdi, onyıllarca ‘insanlık durumu’nun gereklerine bu derece aykırı düşünmeye -çeşitli ideolojik mekanizmalar yardımıyla- alıştırılmış olan insanların, yeni bir paradigmaya sıçrayacak şekilde ‘titreyip kendine gelmeleri’nin kolay olmadığını elbette biliyorum. Çünkü, toplumun büyükçe bir kesimi gibi, yönetim mevkiinde olanların da çoğunluğu bu katı merkeziyetçi ve türdeşçi modelin Türkiye için bir ölüm-kalım meselesi olduğunu sanıyorlar.

Ama yanılıyorlar. Yanılıyorlar; çünkü bunların hiçbirisi kader değildir. Özellikle de Türkiye’ye özgü ulus-devlet paradigması ahláki ve siyasi bir zorunluluk olmayıp, kısmen tarihsel tesadüflerin kısmen de bilinçli endoktrinasyonun ürünüdür.

Türkiye toplumunun Kürt meselesinde bugün ödemekte olduğu acı fatura, çok büyük ölçüde, işte bu şartlanmışlığın eseridir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Erdoğan Arşivi

Alarm

31 Temmuz 2010 Cumartesi 09:16