Tarık Sezai Karatepe

Tarık Sezai Karatepe

Sedat Yenigün; bir adın şehadet!

Sedat Yenigün; bir adın şehadet!

Erken yaşlarda tanımıştı, dünyayı. Yeryüzü bir ayetti. Delildi, insanın yaptıklarına.

Erzincan’ın safiyeti, bereketi sinmişti üzerine. Ünsiyet peyda etmişti, doğduğu topraklara. Özlüyordu, köyünü, ormanını, çeşmesini…

Büyük şehre göçmüştü, kabullenmeliydi gerçeği; artık İstanbulluydu, hem de Fatihli!

Cümle kapısından sokağa adım atar atmaz, artılarla eksileri terazinin kefesine kor, ibret nazarıyla bakardı aleme.

Uyarandı Sedat, bağırandı. Ama sevmezdi, sokak hoparlörünü. Deklanşöre basıp reyting peşinde koşan muhabirlerden hazzetmezdi.

Ertesi gün gazetelere bakıp, ismini/resmini tarayanlardan olmadı hiç. Yaradan’ın Kamerası yeterdi, şahitliğe.

Hayatın içinden canlı sahneler vardı, anlatılacak.

İşte bir çocuk geçiyor, başında ortası göbekli simit tepsisi, omzunda havlu... “Okulda olması gerekir, bu çocuğun!” der, hayıflanırdı.

Uçuşan etekler, yüreğini burkardı. Ergen oğlanların ruh dünyasını kirletmeye ne hakları vardı? Gönül katiliydi, bunlar. Kötü yola düştükten sonra ‘Sonya’ da birdi, ‘Asiye’ de…

Hiçbir zaman çocuğunu kucağına alamayacak bahtsız hayatlardı.

Bunca acı varken romanla işi olamazdı. Roman yazılacaksa Roman’ın hayatı yazılmalıydı.

Fethin İstanbul’unu ne hale getirmişlerdi?

İç aleme yaptığı yolculuk, dış alemde sona ererdi. Hayat bir bütündü. Enflasyon da zulümdü, deflasyon da…

Paranın değerinin düşmesi ne denli sorun üretirse; üretimin azalması da, kokan çürüyen bozulan küflenen ürünler ve artan işsizlik demekti.

Önyargısı yoktu, imandan başka önkabulü de…

İran Devrimi, bir milattı, onun için. Dalga dalga yayılacaktı, özgürlük ateşi. Bir kere ayaklar altına alınmıştı, küfrün gururu. Sürtülmüştü burnu.

Yenilmez sanılan Şahlık, mat olmuştu artık.

Şimdi sıra Kızılderililerde, Aborjinlerde, Afrikalılarda… idi.

İslami Hareket, öyle daktilo tuşları arasına sıkışan bir avunma/savunma sahası olamazdı. Nerde iyi güzel faydalı adil bir şey varsa İslami Hareket oradaydı.

Çünkü İslami Hareket, Vahyin aynası, dünü bugünü yarını idi.

Erbakan siyah beyaz ekranda görününce, yeni bir söz duymanın hazzını yaşardı, Sedat. AET, NATO, ABD… karşıtlığını en iyi ve tek ‘Hoca’ anlatırdı. İpliğini pazara çıkarırdı, Batı’nın.

Ümmetin dirliği/birliği adına Tahran’a sıcak mesajlar yollayan Erbakan’ın kıymeti bilinmeliydi. O da biliyordu, tarihi, bugünü… Otlukbeli’ni, Çaldıran’ı…

Ama yangına körükle gitmek hangi inanca sığardı? Tahran-Bağdat hattında az mekik dokumamıştı, Erbakan. Su yolu etmişti. Humeyni ile Saddam, dinleselerdi Hoca’yı, akar mıydı 1 milyon kan?

…………..

Lakin neden Tek Adam’dı? Hak vaki olunca, harekete omuz verecek önderler yetiştirmesi gerekmez miydi?

İşte Yenigün, 37 yıl öncesinden bugünü gören bir vizyona/misyona sahipti.

Öğretmendi Sedat. Allah nasip etmişse, kıymetini bilmeliydi. Müfredat bir yana, kendi doğrularını haykırırdı.

Öyle bir müfredat olmalıydı ki, ferde, 2 cihan saadeti kazandırsın.

Müfredat, öğrencinin 24 saatiydi. Ama muallim de, suçu/günahı müfredata atıp yan gelip yatamazdı.

İç içeydi talebesiyle, hocaydı abiydi. Ama her şeyden önemlisi, imtihanıydı onlar.

Kah bir öğrenci yurdunda ranzaya oturmuş, uzak illerden gelen liselilere rehberlik ediyor, ekmeğini aşını bölüşüyor; kah aldığı maaşı son kuruşuna kadar kurs’a burs’a veriyordu.

Teşkilat, canlı diri aktif olmalıydı. Okul çıkışları delikanlıların koluna girer, İKO’ya götürürdü. Bir de bakardı ki, çoktan kaynaşmış, abi-kardeş olmuşlardı.

İstanbul Kültür Ocağı, Sedat’ın akciğeriydi. Sedat’ı aramaya ne hacet! Oradaydı! İtikad, amel, edebiyat, tarih, ümmet coğrafyası… ayrılmaz bir bütündü, Sedat’ın hayatında.

Gazeteler dergiler, suyunu arayan Mecnun gibi onun yazılarına hasretti. Tipo baskı makinaları yazılarını dizerken, ciğerinden bir tel sökülüyordu.

İçine doğmuştu. “Metin gitti, Erdoğan Tuna gitti” diyordu. Mübarek bir hayatı taçlandıracak kutlu bir fener alayı bekliyordu onu.

0tuzundaydı…

Bin Dokuz Yüz Seksen… Temmuz’un Beş’i…

Bir/kaç şeytan eli değdi, Sedat’a… Birkaç kurşun… Yaralıydı, götürdüler. Hastane yolunda şahitliğin tadını çıkarıyordu. Ne lezzetli bir kavuşmasın sen ey şehadet!

Şeb-i Aruz’sun, düğün gecesisin.

Fail-i meçhulmüş, oysa fail-i malumdu. Ne fark ederdi, ister faş/izmden gelsin, ister komün/izmden… Şeytanın ad/ımları değil miydi ikisi de…?

Kitabının adını koymamıştın, şimdi anlaşıldı, sebebi! Bir Şehidin Notları’nı bekliyordu, ezilenler ve yürüyenler!

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Tarık Sezai Karatepe Arşivi