Dilimizi kaybediyoruz! (1)

Dilimizi kaybediyoruz! (1)

İnsan kalabalıklarını "millet" yapan ve "millet olma şuuru"nu besleyen kıymetlerin başında "kültür" "toprak", ve "ülkü birliği" gelmektedir.

Kültür; bir topluluğu millet yapan din, dil, töre ve maddi kıymetlerdir. Kültür, bir toplumda kurumlaşır, dünya milletleri arasında kabul görürse "medeniyet"ler doğar.

Toprak; uğruna herşeyden aziz olan canlar feda edilmişse "vatan" olur.

Kader birliği etmiş, iyi günde, kötü günde, neşede ve kederde birlikte olan insanlardan oluşan bir topluluk, sıradan bir topluluk değil, bir "millet"tir.

Dil birliği, millet olmanın en önemli göstergelerinden biridir. İnsanlar ancak kelimelerle düşünürler; "dil" aracılığıyla konuşup, anlaşabilirler, bir birlik oluşturabilirler.

Dil, "lafzı ve ruhu"yla hayat bulur, yaşar. Lafız, dilin "kelimeler"i, ruhu ise "millet aidiyeti"dir. Aidiyetten, milletin kıymetlerinden uzak bir dil, ruhunu kaybeder, yabancı dillerin istilasına uğrar.

Bir dil, kelimeleriyle cümle yapısıyla, güzel ve özlü sözleriyle, atasözü ve nihayet şiiri, romanı, hikayesiyle canlılığını devam ettirebilir; şairi, yazarı, hikayecisi ve romancısıyla ayakta durur, gelişir. İnsanlar dil ile düşünür, kelimelerle konuşurlar. Dil, arıduru, berrak olmadıkça, sağlıklı düşünce üretmek, eser vermek mümkün değildir.

Ünlü Çin filozofu Konfüçyus'a; "Bir ülkeyi idare etmeye çağrılsaydınız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?" diye sormuşlar. Konfüçyus, şöyle cevap vermiş: "İşe önce dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil bozulursa, kelimeler düşünceyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılamazsa, yapılması gereken işler yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılamazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. Bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir ".

Bugün şehirlerimizle, vakıflarımızla, gençlerimizle birlikte, dilimizi de kaybediyoruz. Toplumumuz, yarınlarımızın teminatı olan gençlerimiz, yüzelli-ikiyüz kelimeye mahkum edilmektedir. Dilimiz, yabancı kelimelerin işgali altındadır. Sadece büyükşehirlerimizde değil, en küçük kasabamızda bile bunun çok sayıda örneği görülebilir. Hatta daha ileri gidilerek iddia edilebilir ki, sadece işyerlerinin tabelalarına bakmak bile yeterli olabilir.

Televizyonlar, radyolar, gazete ve dergiler ne kadar yazık ki bu konuda gereken itinayı göstermek bir tarafa, dilimizi bozucu, daraltıcı ve yabancılaştırıcı bir rol oynamaktadır. Ancak, dildeki bozulma ve kirlenme sadece radyolar ve televizyonlarla sınırlı kalmamakta, bizzat iktidarlar eliyle de yürütülmektedir; "yabancı dilde eğitim" yapılmaktadır.

Yabancı dilde eğitim, bilinenin aksine yalnızca Türkçe konuşmaya değil, Türkçe düşünmeye bile engel olmaktadır. Diğer ülkelerle, milletlerle ilişkilerimizin devam ettirilebilmesi, bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin takip edilmesi ve benzeri amaçlarla yabancı dil öğrenilmelidir. Ancak bu hiçbir zaman yabancı dilde eğitime dönüşmemelidir.

2001 yılında 4709 sayılı Kanun ile Anayasa'nın 26. maddesinin değiştirilmiştir. Yapılan bu değişiklikle "Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz " hükmü Anayasa metninden çıkarılmıştır. Dikkat etmek gerekir ki, bu değişiklikle Türk dilinin yanına ikinci, belki üçüncü bir dil ilave edilmek istenmektedir. Ancak bu noktada Anayasa maddesinin değiştirilmesinden çok, Anayasa'yı değiştiren zihniyet ve siyasi kadro dikkat çekicidir. Unutmamak gerekir; açık düşmanın, mert düşmanın hiç kimseye zararı olmaz; aksine açık ve mert düşman, hasmını zinde tutar. Asıl büyük zararlar veren, bendlerde geniş tahribat yapan, "zihni iğdiş edilmiş", "mankurtlaştırılmış" dost görünenlerdir. Bu malum zihniyeti tarih ve millet affetmeyecektir.

Biz, Nihat Sami Banarlı'nın dediği gibi "Bir taraftan Tuna boylarından ses almış, öte yanda Afrika ülkelerine yayılmış, Kafkas dağlarından, Nil suyunun akışından Türkçe'ye sesler getirmişiz ".

Yaşanmış muhkem bir mazimiz, yaşanmamış muhayyel bir geleceğimiz var. Biz bu toprakları dilimizle fethettik. Yesevi, Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş önce "dile geldi", bu dil nice nasihat oldu, merhamete dönüştü. Bu dil nice kahramana şevk verdi, mertlik oldu. Hazık bir hekimin dilinde gözlere nur, gönüllere sürur oldu. Nice buyruk oldu, hakanların dudaklarında emir, ferman oldu, ülkeler fethetti. Nice ninniler oldu, anaların ağzında; bebeler dinledi, büyüdü, Mehmet oldu. " Bir ahhh ile bu alemi viran etti" ve nihayet beşer ruhu üzerinde bir salatanat tesis etti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi