Prof. Dr. Namık Açıkgöz

Prof. Dr. Namık Açıkgöz

Uzun Hikâye’ye kısa not

Uzun Hikâye’ye kısa not

Aslında bu hafta da yeni üniversite kanununu yazacaktım. Pazartesi akşamı sevgili Erdal’la Uzun Hikâye’yi seyredince “Boş ver YÖK’ü MÖK’ü...
Bu film daha önemli YÖK’ten... Bu filmi yaz!...” dedim kendi kendime.
Uzun Hikâye’nin filminin çekileceğini duyunca ve hele filmi Osman Sınav’ın çekeceğini de öğrenince baya baya merak etmiş ve hatta gözümün önüne o tren istasyonları gelince, ne yalan söyleyeyim, biraz da heyecanlanmıştım.
Bulgaristan göçmeni Pelvan Sülüman’ın torunu Ali, karısı Münire ve çocukları Mustafa’nın “adalet” hikâyesi gibi görünse de aslında anlatılan, 1960-1970’ler Türkiye’sinde taşra kasabalarının hikâyesi idi. Sakin, dingin, zor değişen ama kendi içindeki küçük gündemi ile kendini var etmeye çalışan kasabalar.
Hikâyede ufak tefek teknik problemler görmüş olsam da, genel olarak sevmiştim. Kutlu’nun hikâyelerini severim çünkü.
Fakat filmini merak ediyordum...
İki sebeple merak ediyordum.
1) Sinema ile ilgili ilk bilgilerimi, 1970’lerde, Kutlu ve arkadaşlarının çıkardığı Hareket dergisinden edinmiş ve meselâ Halit Refiğ sinemasını o dergiden öğrenmiştim. Bu bilgilenme, Dergah’ta 1990’larda Ayşe Şasa ile devam etmişti. Kutlu, sadece bir hikâye yazarı değildi; aynı zamanda resim de yapar ve sinemayla da ilgilenirdi. Bu yüzden onun hikâyelerinde, ben çoğu zaman bir “kadraj endişesi” de sezerdim. “Böyle bir hikâyecinin hikâyesi sinemaya aktarılınca nasıl olacak?” diye merak ediyordum.
2) Osman Sınav bir film yaptı mı mutlaka onda bir iddia vardır. Bakalım Uzun Hikâye’de ne yapacak?” diye merak ediyordum.
Senarist Yiğit Güralp, hikâye metnini biraz kısaltmış ve bazı olayların yerini değiştirmiş. Herhalde, bazı kısımların tekrar olduğunu düşünmüşler de o yüzden kısaltmışlar.
Meselâ yerel tarihçi-edebiyatçı ve her şeyci Şeref Bey ile ilgili kısım çok kısaltılmış. Keşke burası tam verilseydi. O sahnede, eli kalem tutan taşralıların ümidi ve hüznü iç içedir.
Mesela, Venüs kuaför (Mualla) ve kızı Suna’lı kısım zaten yok ve Kara Turan’ın uçan balondan Suna’nın evine gül dökmesi, Savcının kızı Ayla’lı kısma aktarılmış ve gülleri de Kara Turan değil, Mustafa dökmüş.
Mesela sondaki Feride’li kısım çıkarılıp Mustafa’nın, savcının kızı Ayla’yı kaçırması ile final yapılmış.
Elbette, filmle hikâyeyi uzun uzun karşılaştıracak değiliz. Film ayrı iş hikâye ayrı iş birâder...
Ben filmi niye sevdim?
Önce, sinema sanatının bütün avantajlarının kullanılarak perdeyi dolduran o trenli sahneler harikaydı. Tren ve insan... Birbirine uzak gibi görünen ama kaderleri sanayi devrimi ile kesişmiş iki kadim dost.... Sanayi gücünün basit Anadolu kasabalarına tesiri... Ve sadece yüreği ile ayakta kalabilen Ali’nin gücüne paralel işlenen tren görüntüleri...
Osman Sınav, hikâyeyi yoğunlaştırarak doku gücünü arttırmış. Her ne kadar olay, dış ses ile anlatılıyorsa da, görsel anlatma, dış ses karşısında önemini yitirmemiş ve yoğun anlatım, “taşra kasabası” ve tren istasyonları ile etkili bir şekilde anlatılmış.
Filmle ilgili olumsuz tespitlerim yok mu? Var ama çok değil...
Mesela, Kenan İmirzalıoğlu’nun yakın çekiminde, gözleri, filmin sevgi ve şefkat boyutuna biraz ters düşüyor. Kenan’ın göz çizgileri, biraz keskin ve hırçın. Ali gibi müşfik bir baba için, hele oğluyla olan yakın çekimlerde, göz çok sert kalıyor.
Bir mesela daha: Hikâyede, Safiye Ayla ile beraber Hamiyet Yüceses de zikredilir. Keşke bir şarkı da Hamiyet’ten eklenseydi ve finalde Hamiyet veya Safiye Ayla olsaydı keşke.
Seyretmeye değer bir film. Emeği geçenlere teşekkürler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Prof. Dr. Namık Açıkgöz Arşivi