Akif Emre

Akif Emre

Bir Yahudi ve bir Arabın ortak yönü!

Bir Yahudi ve bir Arabın ortak yönü!

“Tuhaf zamanlar”da tutunma

Tamamen farklı iki hayat serüveni. İki farklı entelektüel. Biri yirminci yüzyılın en önemli tarihçilerinin arasında sayılan Yahudi bir muhacir olan Eric Hobsbawm. Diğeri Filistinli bir sürgün, batının oryantalist yüzünü indiren zekâ Edvard Said. Her ikisi de entelektüel ve akademik kariyerleri bir yana politik anlamda eylemci. Hobsbawm genç yaşta dahil olduğu Komünist Parti'ye sonuna kadar sadık kaldı ve hayatının önemli bir kısmında aktif yönetici olarak politik sahada bulundu. Said Filistin davasını sonuna kadar savundu ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nde aktif rol aldı. Birinin hayatı Viyana'da, Berlin'de ve Londra'da geçti. Diğerininki Kahire ve Amerika'da.

Bu iki farklı hayatı birleştiren ortak çizgi ne olabilir? Entelektüel olarak benzer düşünceleri paylaşmak için mekan farklılığı, etnik-kültürel fark ve hatta değişik zamanlarda doğmak bile önemli olmayabilir. Bunca farklılığa rağmen ortak tutumları paylaşmak da her zaman mümkün olmayabilir. Hele hele bu ortak çizgiyi paylaştıklarından belki bu iki isim farkında bile olmayabilir.

Hobsbawm'ın “Tuhaf Zamanlar” (Interesting times) isimli otobiyografisinde bir devrimcinin muhafazakar tutumunun ipuçlarını buluruz aslında. Marksist bir entelektüelin muhafazakarlıkla buluşması tuhaf kaçsa da bence çok anlaşılabilir bir tarafı var. Zaten hayat çizgisine rengini veren köksüzlük, bir yere ait olmama, devrimcilik tersinden tutuculuğun işaretlerini verir…

1917'de Yahudi bir anne-babanın çocuğu olarak İskenderiye'de doğar. Babası Britanyalı, annesi Viyanalı bir Yahudidir. İlk çocukluğu Viyana'da geçer. Peş peşe önce babasını sonra annesini kaybeder. Daha sonra Berlin'e giderek ortaöğrenimini orda tamamlar. Hitler'in ayak seslerinin duyulduğu yıllardır. Komünist Parti'yle tanışır ve partiye katılır. II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce İngiltere'de bir yakınının yanına sığınır. Ardından İngiltere'de üniversite hayatı ve akademiye geçiş…

Aktif olarak Komünist Parti'de görev alır. Büyük umutlar beslediği Sovyet deneyimi onun için 1956'da biter ama Komünist Parti'den ayrılmaz. Aktif üyelikten taraftarlığa geçse de sonuna kadar partide kalır. “Benim için parti bitmişti ama 90'lara kadar parti üyesi olarak kalmayı sürdürdüm” derken aslında bu tutumunun nedenini pek de izah etmez.

Buradan Hobsbawm'ın muhafazakar tutumunun somutlaştığı tercihe ya da hayat tarzına geliyoruz: Her şeye rağmen Komünist Parti'yi terk etmeme iradesi. Bu durumu açıklarken 'Tuhaf zamanlar'da şöyle diyecektir; “O tarihte ayrılmak istemedim, çünkü sonunda birer antikomünist olan o eski komünistler kervanına katılmak istemiyordum.”

Aslında bu tercihinin gerekçesi tamamen ahlakidir: “Sonradan birer fanatik komünizm karşıtına dönüşen eski komünistlerin cenahına ait olma fikri beni o zaman da, sonrasında da tiksindirdi.”

Edward Said Kudüs'te Hıristiyan bir Arap olarak doğdu. Tıpkı Hobsbawm gibi o da azınlığa mensuptu ve hatta marjinaldi. Arapların arasında, çoğu Ortodoks olan Hıristiyanların içinde Anglikan Kilisesi'nde vaftiz olmuştur. Azınlık bir dini cemaattendir. Kahire'ye yerleşirler, orada da varlıklı bir ailenin mensubu olarak Arap ve Mısırlı olmaktan çok ayrıksı bir seçkinler grubuna aittir. İngilizce'den başka dilin konuşulmadığı özel okulda yetişecektir. Ortaöğrenimini tamamlamak için tek başına Amerika'ya gidecek; daha sonra üniversite eğitimini ve akademik hayatını bu ülkede sürdürecektir. Tüm eğitim dönemi boyunca Ortadoğulu-Arap oluşunu, ismindeki 'Edward' ve 'Said' sentezinin tuhaf çelişkisiyle nasıl yüzleşmek zorunda kaldığını dilin tüm imkanlarını kullanarak kaleme aldığı “Yersiz yurtsuz” (Out of place) başlıklı hayat öyküsünde anlatır.

Hobsbawn gibi Said de iyi bir entelektüel olduğu kadar eylemcidir de. Kendini Filistin davasına adayacak, her platformda Filistinlilerin meselelerini, Siyonist işgali anlatacaktır. Oysa Filistin'de çok az kalabilmiştir. Filistin Arap toplumu içinde ayrıcalıklı bir azınlığın üyesi olarak bu derece kendini bu dava ile aynileştirmesinin bir köke tutunma ihtiyacı ile açıklanabilir yanı olabilir mi?

Edward Said aslında hayat tarzı, yetişme biçimiyle batılı bir tip. Oryantalizmle savaşması, Filistin davasına sımsıkı sarılması; bu davada aktif olarak saf tutması hayatının bunca ayrıksılığı karşısında bir kök arayışı olabilir mi? İnsani ve ahlaki olarak bu meseleye kafa yorması, emek vermesi bir yana doğduğu topraklarla yeniden bağ kurma ihtiyacının etkisi ne kadardır? Farklı türden bir oryantalizme kapı aralayışı bir yana Said'in batıdaki önyargıları karşısına alma cesareti sergilemesi köklerine tutunma çabası olamaz mı?

Ya Hobsbawm? İskenderiye'de Avrupalı kolonyalist, Viyana'da, Berlin'de Yahudi ve komünist, Londra'da mülteci bir Komünist Parti militanı… Komünist Parti'nin çok önceden kendisi için anlamını yitirmiş olmasına rağmen 90'lara kadar partiden ayrılmaması benzer bir tutunma ya da tutuculukla açıklanabilir mi? İdeolojik olmasa bile bir tutum olarak her ikisini birleştiren bir tür muhafazakarlık öyküsü…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Akif Emre Arşivi