Japonya nasıl kalkındı?
Bir Asya ülkesi olan Japonya, en büyük ekonomilerden birisine sahip. Bunun çeşitli sebepleri var: Millî birliğe sahip olmaları, örf ve geleneklerine bağlı kalmaları ve kenetleşmeleridir. “Japon harikasının“ temel dinamiği, özüne, ruhuna bağlı kalmasıdır. (Şimdi tüketim toplumu olup, geleneklerinden uzaklaşması, tezimizi çürütmez. Zirâ, kalkınma hamlelerini özüne bağlı iken yapmıştı!)
Güneşe tapmaktan (Shintoizm’den) vazgeçmek isteyen Japonlar, hararetli, ciddî din arayışına girer. “Dinleri inceleme” teşkilâtı kurar, kongre tertipler. İslâm dinini de araştırmak isterler. 1880’de Japon İmparatoru akrabalarından Prens Hebi; altı yıl sonra Mareşal Prens Akihito (Güneşin oğlu kabul edilen İmparator Mikado’nun yeğeni, dayısının oğlu) başkanlığında bir heyet İstanbul’a gelir.
II. Abdülhamid’in, gelen Japon elçilere, şu meâlde sözler söylediği rivayet edilir: “Eğer öyle adamlarım olsaydı, kendi ülkemi kurtarırdım!” Bu sözü, siyasî birlikteliğe gidiyorlar diye düşünen Rusya ve diğer ülkeleri kuşkulandırmamak için söylediği anlaşılan II. Abdülhamîd, bu dâvânın önemini kavrar. Başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere Japonların istediği din kitaplarını, kütüphanesinin en nâdide eserleri arasından seçip gönderir. Kongre üzerinde de etkili olmayı planlar. Ne var ki, başta misyoner, “gizli dinsiz, zındıka ve ifsat komiteleri” bu girişimi baltalar. Mikado da, tebasının fert fert dilediği dini seçmekte hür olduğunu ilân ile kongreyi iptal eder.
Buna rağmen Japonlar kalkınır. Bunun sebebini Bediüzzaman şöyle tesbit eder: “Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehâsin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin maye-i bekası olan âdât-ı milliyelerini muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyette neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.” 1
Yani, Japonlar, inançlarına, örf ve adetlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Belçika Katolik Kilisesi’nin Japonya misyonerlerinden Lucienne Cosijins, birdenbire misyonerliği bırakıp ticarete atılmasının sebebini şöyle açıklıyor:
“Kilisem, beni Japonya’ya gönderdi. Orada çocuklara dersler veriyordum. Ancak Japonya’da başladığım misyonerliğimi, oradaki insanların mânevî gücü sebebiyle başaramadım. Çünkü gördüm ki, Katolik yapmaya çalıştığım oradaki dindarlar, bizden yani Batı’dan daha fazla kendi dinlerine bağlanmış durumdalar. Bu insanları kendi dinime çevirmenin mânâsız olduğunun farkına vararak bu işten vazgeçtim ve Belçika ile ticarî münasebetler kurmak isteyen bir şirketin Belçika temsilcisi oldum. Bu arada Japon olan bu hanımımla evlendim.
“Dünya insanlarını idare eden dinlerdir… Bunun için ben mümkünse, ayrı ayrı dinlerden olan gençlerin birkaç günlüğüne tatillerde bir araya getirilmesini arzuluyorum. Birbirlerinin inanç ve ibadetlerini daha yakından görüp tanısınlar ve şimdiden birbirlerini daha iyi anlamaya çalışsınlar.”
İslâmiyet için ise şöyle diyor: “İslâmiyet’in bütün insanlar için gönderildiğini biliyorum. İslâm dininin dinler arası diyalogda büyük rol oynayacağını tahmin ediyorum. En büyük isteğim, bu dinden olan insanlarla görüşüp diyalog ortamı kurmak...” 2
Dipnot:
1- Beyanat ve Tenvirler, s. 31.; 2- Abdullah Aymaz, Zaman, 05.02.2000.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.