Hasan Karakaya

Hasan Karakaya

Devletin ordusu mu, ordunun devleti mi?

Devletin ordusu mu, ordunun devleti mi?

Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, geçtiğimiz günlerde Bursa’da düzenlenen Marmara Belediyeler Birliği toplantısında yaptığı konuşmada, “Osmanlı Devleti’nin nasıl başardığını” anlatırken demiş ki;
“Bu başarının arkasında bir devlet felsefesi yatıyor... Bu felsefe neydi? İnsanı yücelt ki; devlet yücelsin... Yani bugünkü Anayasamızın söylediği gibi; yüce devlet kavramı yoktu, yüce olan bireydi, insandı... Devlet de insanın hizmetinde olması gereken bir kurumdu.”
Çok doğru bir tesbit... Gerçekten de, Osmanlı’nın başarısındaki sırrın altında “insanın yüceltilmesi” yatar... Çünkü, insanın yüceltilmesi ile devlet, otomatikman yücelir...
Günümüz Türkiye’sinde ise; “önce insan”ın yerini, maalesef “önce devlet” almıştır!.. Devlet öne çıkarılınca da; karşımıza “devletin korunması” gereği çıkıyor.
Düşünebiliyor musunuz;
Asıl korunmaya alınması gereken “insan” olduğu halde, insanın yerine geçen “devlet” kendisinin korunmasını istiyor?..
Kimden korunacak devlet?..
“Kendisine kasteden düşman”dan!..
Peki, “düşman” kim?..
“İç ve dış mihraklar!”
Peki, bu iç ve dış mihraklardan kim koruyacak devleti!..
“Ordu!..”
DEVLET KİMİN, ORDU KİMİN?
İşte, “önce insan” anlayışının yerini “önce devlet” anlayışı almaya başlamasıyladır ki; bir “ayrışma” oluştu...
Önceleri, kendini “devleti korumakla” görevli addeden Ordu, daha sonraları “devlet”in de üstüne çıktı ve hatta kendini “devletin sahibi” görmeye başladı!..
O kadar ki;
Ordu “sahip” oldu!..
“Devlet” de, ona hizmet eden “köle!”
Yani, sadece “millet” değil, “devlet” de “orduya hizmet”le yükümlü birer “Kunta Kinte” olarak görülmeye başlandı!..
Şu andaki manzara odur ki;
Bütün “demokrasi”lerde, “her devletin bir ordusu var” iken, Türkiye’de durum tam tersinedir!..
Türkiye, maalesef “ordunun devleti” olan bir ülke durumundadır!..
Evet, Türkiye’de;
“Devletin ordusu” yoktur!..
“Ordunun devleti” vardır!..
Ve ordu; hem “millet”in, hem de “devlet”in bütün imkânlarını kullanmakta, “tek egemen sınıf” olarak hükümranlığını sürdürmektedir!..
MİLLET KENARDA VE SEYİRCİ!
Bilmem dikkatinizi çekti mi;
Önceki günkü “Cumhuriyet’in 86. yıldönümü kutlamaları”nda, hemen hepsi de; “üretilen” değil, “ithal” edilen “uçak”larla, “tank”larla gösteriler yapıldı!..
Hepsi de “askerin emrine amade” idi!..
Peki, “millet” neredeydi?..
Millet “kenarda”ydı, “seyirci”ydi!..
Görevi de, “askeri alkışlamak”tan ibaretti!..
Bakmayın siz;
“Biz milletin bağrından çıktık” demelerine!..
Milletin bağrından çıkan bir kurum, hiç milleti “iç düşman” olarak görüp, “onunla mücadele planları” yapar mı?.. Milletin bağrından çıkan bir kurum, “milletin inancı”nı belirlemeye ve “milletin seçtiği hükümeti devirmeye” çalışır mı?..
İşte, görüyoruz;
Bugüne kadar; “namaz” kıldıkları, “örtündükleri” veya “gümüş yüzük” taktıkları için “milletin fertleri”ni “fişlemek” ve “andıçlamak”la uğraşan bir kurum, çıtayı daha da yükseltip; işi, “milletin seçtiği hükümetleri devirme plânı” hazırlamaya kadar götürdü!..
Var mı aksini iddia eden?..
Bakmayın siz;
“Bazı askerler” ve “askerci”lerin;
“Komplo!.. Yok böyle bir belge!.. Amaç TSK’yı yıpratmak” demelerine...
“Belge” yoksa, altındaki “imza” neyin nesi?..
O imza yerinde niye “Hasan Karakaya” değil de “Albay Dursun Çiçek” yazıyor?..
Hadi “belge” uyduruk, “isim” de uyduruk diyelim... Peki, “imza” da mı uyduruk?..
Olur ama, bu kadar da “askerci” olunmaz ki!..
YASALAR ASKERE İŞLEMİYOR!
Size bir şey söyleyeyim mi;
86. yılını kutladığımız Cumhuriyet, bugün bir “askeriye rejimi”, devlet de “ordunun devleti” haline gelmişse, bunun tek sorumlusu “asker” değildir...
Bunda “askerci kafalar”ın da rolü büyüktür!..
Bu, “askerden de askerci” zümre yüzündendir ki; asker, “Cumhuriyet’in hedefleri” dışına taşmakta, “demokratik Cumhuriyet”i, bir “bürokratik Cumhuriyet” haline getirmekte hiçbir sakınca görmemiştir!..
O kadar “pervasız” davranmışlardır ki;
Cumhuriyet’in ilânının ardından çıkarılan “kanun”ları; ya “kendi lehlerine” uygulamışlar, ya da “paspas” gibi çiğnemişlerdir!..
Buyurun, süreç nasıl işlemiş bir bakalım:
3 Mart 1924 tarihinde “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmaniye'nin Türkiye Cumhuriyeti memalik-i hariciyesine çıkarılmasına dair kanun”la hilafet kaldırıldı. 431 sayılı kanunda, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mânâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet makamı mülgadır” denildi.
Aynı gün Şer'iye ve Evkaf Vekaleti (Bakanlığı) da kaldırıldı. Şer'iye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması sonucu, bu vekalet tarafından yönetilen okullar ve medreseler de kaldırıldı.
Ayrıca aynı gün, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti de kaldırıldı.
Böylece ordu, siyasetin içinden çıkarıldı.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu da o gün kabul edildi.
430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile “Türkiye’deki bütün okulların Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması” sağlandı ve medreselerin kapısına kilit vuruldu... Askerî okulların da Milli Eğitim bünyesinde toplanması kanun kapsamına alındı.
Peki, “uygulama” nasıl oldu?..
Uygulama biraz farklı oldu.
1845'te kurulan askerî okullar kapatılmadı ve günümüzde halen varlıklarını sürdürüyorlar. 1928’de Kazım Karabekir Paşa’nın Atatürk’e telkini üzerine askerî okullar yeniden Genelkurmay Başkanlığı’na bağlandı. Ordunun asker ihtiyacını karşılamak üzere Deniz, Işıklar, Kuleli ve Maltepe Askerî Liseleri, halen Bursa’da bulunan Okullar Komutanlığı’na bağlı olarak faaliyet gösteriyor.
Bu okullara, hiçbir öğrenci “doğrudan tercih”le gidemiyor, “özel bir sınav”la alınıyor!..
“Müfredat”ları da özel!..
Yani, “Milli Eğitim’e bağlı değil”ler!..
Eee, hani “Tevhid-i Tedrisat?”
“Öğrenim birliği” hani nerede?..
ORDU SİYASETE KARIŞMAMALI; ÇÜNKÜ!
Bir de “Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti”nin kaldırılması olayına gelelim...
Burada “hedef” neydi?..
“Orduyu siyasetten uzaklaştırmak!”
Çünkü, Atatürk de, 1 Mart 1924’de Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada diyordu ki;
“Memleketin hayat-ı umumiyesinde orduyu siyasetten tecrit etmek umdesi, Cumhuriyet’in daima nazk-ı nazar ettiği bir nokta-ı esasiyedir.”
Bugünkü Türkçesi şu:
“Orduyu siyasetten ayırma ilkesi, Cumhuriyet’in daima gözettiği en temel noktadır.”
Peki Atatürk, “orduyu siyasetten ayırmayı” neden bu kadar arzu ediyordu?..
Sebebini, Selanik Kongresi’nde açıklıyordu:
“Sayın komutanlarım, ordunun siyasete karışması artık bitmelidir... Ordu kışlaya, siyasetçi de siyaset sahnesine dönmezse, her şeyi kaybederiz.
Bu, böyle olmaz!.. Şayet siyaset yapmak isteyen komutanlar varsa, ordu ile ilişkisini kessin, elbisesini çıkartsın, gitsin İttihat Terakki’ye kaydolsun!..
Bunu yapmak istemeyenler ise siyasetten elini ayağını çeksin, ordu ile meşgul olsun.”
Peki; Atatürk’ün bu çağrısına uyuldu mu?..
Yani, asker, “siyaset”ten elini-eteğini çekip, “kışla”sında asli göreviyle meşgul oldu mu?..
“Darbe günlükleri” ve “hükümeti devirme plânları”nın havalarda uçuştuğu bir ülkede, askerin siyasete karışmadığı söylenebilir mi?..
Elbette söylenemez!..
Ama, tam tersi söylenebilir...
Çünkü, “ordu, siyasetin tam göbeğinde”dir!..
Ama, bundan sonra; içindeki “çürük elma”ları, yani “cuntacı”ları ayıklayıp, “milletin ordusu” gibi davranmaya mecbur kalacaktır!..
Çünkü;
“Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek”tir!..
Herkes, “kendi işi”ni yapacaktır!..
O zaman, herkes yücelecektir!..
“Millet” de, “devlet” de, “ordu” da!..
===================
Balkanlar’ı böyle kaybetmiştik
Başta “askerler” olmak üzere; “Atatürkçü” olduğunu söyleyen herkesin, “Atatürk’ün uyarıları”na kulak vermesinde yarar var...
Bakın ne diyor Atatürk:
¥ “Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa, birlikte hareket ve savaşma yeteneğini temelinden kaybeder. Ve vatanın savunma gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki disiplini ve savaşma yeteneğini yeniden kazanabilmesi çok zaman ister.”
¥ “Şüphe yok ki tek amacı, vazifesi, düşüncesi ve hazırlığı vatan savunması ile sınırlandırılmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer.”
Peki askerler “Atatürk’ün uyarıları”na kulak vermeyip de “siyasete müdahale” etmeye devam ederlerse ne olur?..
“Ne olacağını” değil ama, “ne olduğunu” söyleyeyim:
Askerlerin, “Padişahçı” ve “İttihatçı” diye ikiye ayrılmasından sonradır ki; “Balkan Savaşları”nda, tam “900 bin kilometrekare” toprak kaybettik!.. Bilmem, anlatabildim mi?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Karakaya Arşivi