Cemal Nar

Cemal Nar

Demek Afrika da Çağırıyor

Demek Afrika da Çağırıyor

“Altınoluk” dergimizin kapağını görünce içim “cız” etti. Demek Afrika da çağırıyor bizi. Biz Osmanlı bakiyesi merkez bir milletiz, herkes bize baksa, bizden beklese, bizden istese yeridir. Bu millet var oldukça da bu böyle olacaktır.

Bu millet, Sevgili Ahmet Taşgetiren’in dediği gibi: “Ben değilse kim?” diyerek, “Bana düşeni benden başkası neden yüklensin?” diyerek, “Bana düşenin hesabını ben vereceğim” diyerek, “Benim hesabımı başkası ödemez” diyerek... omuzunu yükün altına sokar.” Hamdolsun.

Öyleyse bu “evrensel sorumluluğa” hazır olmak için yüreğimizi büyütmeliyiz Hz. Ebu Bekir gibi. Sadece kendimiz için değil, ülkemiz için değil, dünyayı bütünüyle kapsayacak kadar, dünyayı cehennem olmaktan koruyacak kadar büyütmeliyiz yüreğimizi. Bizde var olanı paylaşmalıyız. İman ise iman, bilgi ise bilgi, mal ise mal, tecrübe ise tecrübe, paylaşmalıyız. Bizde var olan her şeyden infak borçlu değil miyiz? Biz “insanlık için çıkarılmış hayırlı bir millet” değil miyiz?

Bizler Osmanlıların aslı olarak çağın “Ensar”ı konumundayız. Bunu “övünmek” için değil, “hizmet ve yardım” adına söylüyorum elbette. Bunun sorumluluğunu duymalı, bunun hakkını vermeliyiz. Hatırlar mısınız, Muhacirler yokluk içinde Medine’ye geldiklerinde Ensar onları nasıl karşılamıştı? “Kendileri de muhtaç iken, kardeşlerini tercih ile” (Haşir, 9) Allah Teâlâ’yı ve Resulüllah (sav) Efendimizi nasıl da sevindirmişlerdi? Bolluk günleri gelince de verdiklerini asla geri almak istememişlerdi, hem de incitmeden, ince bir edep içinde…

Şu olaya bakınız: “Ensar, hurma toplama zamanı geldiğinde topladıkları hurmaları biri küçük, diğeri ise ondan daha büyük olmak üzere iki öbek haline getirirler ve sonra küçük olanın üzerine hurma dallarını da eklerlerdi. Bundan sonra ise Muhacirleri çağırıp:“Hangisini istiyorsanız alınız!” derlerdi. Muhacirler büyük olan kısmı alırlar, Ensar ise dallar içindeki küçük olanı alırlardı. Bu, Hayber’in fethine kadar böylece devam etti. Hayber’in fethinden sonra Hz. Peygamber, Ensar’a: “Eğer isterseniz Hayber’den size hisse vermeyeyim, buna karşılık da hurmalıklarınız yalnızca kendinize kalsın” dedi.

Ensar buna şöyle cevap verdiler: “Ey Allah’ın Rasûlü! Sen bize bazı görevler verdin ve birtakım şartlar öne sürdün; bizse bütün bunlara karşılık senden cenneti istedik. Eğer bu şartımızı kabul ediyorsanız sizin dediğiniz gibi olsun”. Hz. Peygamber de: “Evet, şartınızı kabul ediyorum” buyurdular. (Bezzar’dan naklen Heysemi, X. 40)

Evet, bütün yapılanlar Allah içindir ve mükafat ahirette alınacaktır. Çünkü ahirete iman vardır. Şimdi sıra bize gelmiş bulunmaktadır. Bizde var şükür. tahdis-i nimet kabilinden söylüyorum, bizde ilim de var, mal da var, ulaşacak imkan da var. Peki yanı başımızdaki kardeşlerimiz maddî ve manevî yokluk içinde kıvranırken, “Ensar”lık damarımız bizi nasıl rahat durdurur?

Üstümüze düşen vazifeyi yapmamak, üzüntü, sıkıntı, stres, bunalım ile başlayarak fitne, fesat, günah, suç, iç kavga, anarşi ve terör gibi çeşit çeşit azapla yaşarken daha burada, bu dünyada peşin olarak cezalandırmaya başlar bizi. Ahiret sorgusu ve cezası şüphesiz çok daha yamandır. Yaşadığımız sosyal sorunlarımızı bir de bu açıdan düşünüp değerlendirmeliyiz.

Peygamberimize çölden aç ve çıplak insanlar geldiğinde uykuları kaçıyor, Mescidde konuşmalar yaparak zaten yoksul olan ashabına bir kere daha baş vuruyor ve yetecek kadar yiyecek giyecek bulmadan evine girmiyordu. Kandehlevî “Hayatu’s Sahabe’de anlatır bunları,

Bunun örnekleri kim bilir kaç kere yaşanmıştır.

Şimdi Afrika bizi çağırıyormuş. Bir köye bir kuyu açıldığında insanlar meydanda bayram ediyorlarmış. Zenginleri ancak iki öğün una benzer bir şeyler yiyebiliyorlarmış kimi yerde. Fakirleri ise bir öğün günde, o da bir avuç… Oraya gidip gelen birisi anlatıyormuş, “onları görünce ülkemizde hiç fakir yok diyorum. Çünkü en fakirimiz, onların en zengininde kaç kat daha zengindir.”

Afrikalılara dolarlarla, aurolarla gidiyormuş Hıristiyan misyonerleri. Müslüman sayısı azalıyormuş gittikçe. Bu nasıl bir utanç bizim için! İslam’ı sadece öğrenmek ve yaşamak yetmez, yaşatmak için gayret ve çaba, yani cihat da gerekir herhalde. Bu uğurda Sevgili Peygamberimiz (s.a.v)in ve ashab-ı kiramın (r. Anhum) çektiklerini hatırlıyoruz değil mi?
Temim ed-Dari diyor ki: “Rasûlullah’tan şöyle dinledim: “Gece ve gündüzün vardıkları noktaya bu din davası varacaktır. Allah çamurdan yapılmış hiçbir evi ve kıldan yapılmış hiçbir çadırı bırakmayacaktır ki bu din oraya girmesin. Azizin izzetini, zelilin zilletini getirecektir. Bu öyle bir izzettir ki, Allah İslâm ve İslâm ehlini onunla aziz kılar. Öyle bir zillettir ki onunla küfrü zelil kılar.”

Temimi ed-Dari der ki: “Ben aile efradımda bunu gördüm. Onlardan Müslüman olanlara hayır, şeref ve izzet isabet etti. Onlardan kâfir kalanlara ise zillet, alçaklık ve haraç isabet etti.”(M. Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s Sahabe, Akçağ Yayınları: 1/48. Kaynakları: Ahmed, Tabarani, (Temim ed-Dari’den); Ayrıca Tabarani, (Miktad’dan) el-Mecma, 6/14, 8/262; Heysemi,6/14)

Şimdi “dolar karşısında dayanamayan bir iman” gerçeği var. Onları ayıplamayalım. Bizim imanımızın etkisi ne kadar acaba? Bizi yerimizden oynatabiliyor mu? Birçoğumuzu bırakın ülkeler aşmayı, evinden camiye cemaate bile götüremiyor. Başkalarını ayıplayacak yerde kendimize gelelim ve imdada koşalım. Belli ki onlar din ve dünya açısından fakir düşmüşler, bize düşen kardeşlerimize din ve dünya açısından yardımcı olmak, elin misyonerine muhtaç etmemektir. İmanın değerini bilenler, başka ne düşünür ve nasıl davranabilirler ki?!

Afrika veya bütün bir dünya maddî ve manevî büyük bir yangının içindedir bu çağda. İçinde yer yer kardeşlerimizin de olduğu bu yangına nasıl umursamazlık gösterebilir, nasıl seyirci kalabiliriz? Eğer şuurlu bir Müslüman isek kalamayacağımızı anlatan ve davet, irşat, tebliğ adına yer yüzüne dağılma borcumuzu bildiren bir yazı yazmıştık bu güzel dergimizde “Ağlayan Yürekler” başlığı altında. Keşke o yazımız şimdi bir daha okunsa!

Biz o yazı için çok olumlu tepkiler alırken, bazı kardeşlerimiz “Peygamberimizin ana babasının iman durumu hakkında tek görüş bu değildir” diyerek tali bir meseleye, yani şu satırlara takılmışlar: “Peygamberimizin, Sahih-i Müslim’de geçen: “Rabbimden anneme istiğfar edeyim diye izin istedim, ama izin vermedi” sözü, ciğerimi o kadar yaktı ki… Hele Ebva’da annesinin mezarı başında içten ve derinden ağlamasını, hıçkırıklarla göz yaşı dökmesini hatırlayınca, göz yaşlarımı tutamadım…

Bu yangın yüreğimde alev alev iken, bir kere daha imanımdan dolayı Rabbime hamdimi, şükrümü yeniledim. Ne dersiniz, bu nimetin kadrini yeterince takdir edebiliyor muyuz?

Eğer “evet” diyorsak, yerimizde duramamamız gerekir. Davranmamız gerekir dünya çapında. Kimse “anam babam kafir öldü” diye ağlamasın yüreği zonklaya zonklaya…”

Yazının ana fikri, iman nimeti karşısında tebliğ şükrünü eda gereği idi. İçimizi yaksın diye de böyle bir örnek seçilmişti. Verilen bilgi de sahih bir kaynaktan, Sahih-i Müslim’den alınmıştı. Yani bir yanlışlık yoktu. Benim o yazıyı yazarken ruh halim Bediuzzaman Said Nursi (rh.a) ye benzemiş gibiydi. O da “bir yangın var, içimde kardeşlerim yanıyor. Ben onu söndürmeye koşarken kiminin eteğine basmışım, kiminin omzuna, mühim değil. Esas yangın önemli…” gibi bir şeyler söylüyordu. Amaç bir itfaiyeci gibi küfür yangınını söndürmeye giden iman erinin heyecanını yansıtmaktı.

Şunu iyi bilmeliyiz ki, her meselenin bir tek cevabı yoktur. Elbette “Resulüllah (sav) Efendimizin ana babasının imanı meselesinde” de tek görüş bu değildir. İman ehli ve Cennetlik olduklarına dair başka görüşler de vardır ve biz de o kanaatteyiz. Bizim içimiz de onlar için “cehennemlik” demeye asla el vermiyor, selef-i salihinden aldığımız bilgi ve edeple onlar hakkında hürmet ve muhabbetle konuşuyor ve Bediuzzaman Said Nursi (rh.a) nin dediğini tekrar ediyoruz:

“Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın peder ve valideleri ehl-i necattır ve ehl-i Cennettir ve ehl-i îmandır. Cenab-ı Hak, Habib-i Ekreminin mübarek kalbini ve o kalbin taşıdığı ferzendâne şefkatini elbette rencide etmez” (Mektubat, 28. Mektup, 8. Mesele, Tenvir Neşriyat, İst. s. 365)

Çünkü onlar, İmam Suyutî’nin bir çok yerde ve “et-Ta'zîm ve'l-Minnet fi Enne Ebevey-i Resûlillah fi'l-Cennet” isimli risalesinde dediği gibi, “ehl-i fetret döneminde yaşamış Hanif’lerden idiler.”

Gelin bu hassasiyetimizi başta Afrika olmak üzere bütün yeryüzüne yayalım dostlar. “Asr” suresini bir kere daha okuyalım ve hakkını vermeye çalışalım inşallah.

www.cemalnar.com







Önceki ve Sonraki Yazılar
Cemal Nar Arşivi