2008'de 27 Mayıs hukuku

2008'de 27 Mayıs hukuku

önce haritada yerini bile bilmediğimiz Fiji Adaları’ndan bir hukuk adamlığı örneği verelim:
1980’li yıllarda bu ülkede bir askeri darbe yaşanır.
Cunta yönetimi, Yüksek Mahkeme üyelerine “istediği kararları almıyor” diye baskı yapmaya başlar.
En sonunda binalarının da ellerinden alınacağı söylenince Mahkeme Başkanı şöyle der:
“Adaletin gerçekleşmesi için illa da etrafımızda dört duvar bulunmasına ihtiyaç duymuyoruz. Biz, bir Hindistan cevizi ağacı altında dahi olsa adaleti tesis ederiz.”
Danıştay Başsavcısı Tansel çölaşan’ın 27 Mayıs darbesi ve sonuçlarından sitayişle bahsetmesi, -Taraf gazetesindeki arkadaşların haklı olarak yakındığı gibi- yargı ve medya dünyamızda pek bir yankı uyandırmadı.
Oysa, hukukun en tepesindeki mevkilerden birinde bulunan bir “hukukçunun”, 1 Başbakan’la 2 bakanı bildik süreçler sonucunda ipe gönderen bir hukuk ve demokrasi trajedisinden “1960 ihtilali aslında bir devrimdir. İdam edilen Menderes hükümeti üyeleri çocuk ve bebek davalarından değil, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'e ihanetten yargılanmalıydı. Ama öyle olmadı. Sonra ne oldu? çok güzel bir Cumhuriyet dönemi...” şeklindeki sözlerinin, hiçbir hukuk mantığıyla telifi kabil değildir.
Dahası bu sözler, 27 Mayıs hukukuna vücut veren zihnin, halen, yani o darbeden tam 48 yıl sonra dahi, yargı sistemimizde varlığını sürdürdüğünü göstermek bakımından düşündürücü ve üzücüdür.
Bu zihin, -Sami Selçuk’un özlü deyimiyle- “hukukçuların görevinin vatanı değil, hukuku kurtarmak” olduğunu göz ardı edip, bilakis hukuku, ideolojik devleti tahkim ve takviye etmenin kullanmaya son derece elverişli bir aracı olarak mütalaa eden zihindir.
Bu anlayış, kendi ideolojik varsayımları çerçevesinde çeşitli tehdit değerlendirmeleri yaparak “ülke söz konusu ise her şey teferruattır” vecizesindeki “teferruat”a, en başta hukuku dahil eden anlayıştır.
27 Mayıs, hukukun kendi doğal zemininden yalıtılıp konjonktürel rüzgârların etkisiyle, döneme, kişiye veya partilere göre gerektiğinde bir hayli esnetilip gerektiğinde de bir hayli “militanlaşan” ideolojik bir enstrümana dönüştürülmesini göstermek bakımından, çok ibretlik örneklerle doludur.
Abdi İpekçi ve ömer Sami Coşar, “İhtilalin İçyüzü” adlı kitapta yazmışlardı:
Olağanüstü dönemin mahkemeleri birkaç DP milletvekilini serbest bırakınca İstanbul’dan dört hukuk profesörü bir fetva yayınlar ve şöyle haykırırlar:
“Aksi ispat edilene kadar bunların hepsi de suçludur! (S. 276)”
Oysa herkesin bildiği en temel hukuk ilkesidir:
“Aksi ispat edilene kadar herkes suçsuzdur.”
Normal hukuk mantığında, bir kişinin suçsuzluğu için değil, suçluluğu için delil aranır.
Suçlanan suçsuzluğunu değil, suçlayan iddiasını ispatla sorumludur.
Görüyorsunuz, konjonktür işlemeye başladığında, -bırakın muğlak maddelerin farklı yorumlanmasını- en temel hukuk ilkesi bile anında tersyüz edilebiliyor.
Yassıada mahkemesinde, heyetteki iki hakim, dönemin askeri cuntasının emir ve görüşlerini diğer hakimlere düzenli olarak iletiyor, Mahkeme Başkanı Salim Başol, sanıkları azarlayacağı zaman sarfettiği ve hukuk tarihimize geçen o ünlü sözünü bu tuhaf yargılama esnasında söylüyordu:
“Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor.”
Bizde sık sık hukuk metinleri tartışılır.
“Anayasa şöyle yazılacağına böyle yazılsa… Filanca maddede şu kelime yerine bu kelime kullanılsa… Falanca yasa muğlaklıktan kurtarılıp daha açık hale getirilse…” türünden öneriler gırla gider.
Oysa bir ülkede hukuk ahlakı, hukuk metninden daha önemlidir, daha önce gelmelidir.
Aksi takdirde dünyanın edebi açıdan en şaheser, demokratik açıdan en özgür metinlerini dahi yasalarınıza ve anayasalarınıza koysanız, yine de bir şey değişmez.
Ne diyorduk;
48 yıl sonra hâlâ 27 Mayıs ruhu yargı sistemimizde.
Peki Fiji Adaları haritanın neresinde?
----
münaşaka
Yıllar önce Aydın Doğan bir konuyla ilgili olarak “İddialarını ispat etsinler kendimi Taksim’de asarım” demişti.
İddialar delilleriyle ortaya konuldu ama bir şey olmadı.
Geçenlerde Ahmet çakar, “Fenerbahçe Sevilla’yı elesin, bikini giyerim” dedi.
Fener eledi ama bir şey olmadı.
Şimdi de Hıncal Uluç, “Fener finale kalsın, bikini de giyerim, kellemi de keserim” demiş.
Bu gidişle biri söz verdi mi soracaklar:
“Gerçekten mi söz veriyorsun, yoksa gazeteci sözü mü?”
--------
sözünözü
Dünyanın en namuslu adamının yazdığı, altı satırlık bir yazıyı bana getirin.. Onun içinden, bu adamı asacak bir şeyler mutlaka bulurum!.. (K. Richeliu)


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi