Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Denizler durulmaz dalgalanmadan!

Denizler durulmaz dalgalanmadan!

Osmanlı’nın yıkılış sebeplerinden biri, milletle kendini özdeşleştirmiş aydın yetiştirememiş olmasıdır.
Avrupa’nın hızlı gelişmesi karşısında şaşkınlığa düşen Osmanlı aydını, bütün suçu önce ülkenin başındaki padişaha, sonra o padişaha karşı ayaklanmayan millete yüklemiş, bazı sorunların kendi şaşkınlığından ve aşağılık duygusundan kaynaklanabileceğini aklına dahi getirmemiştir.
Sonuçta ortaya çıkan tablo şudur: Halkın eğilimleri, ihtiyaçları, beklentileri dikkate alınmadan padişahın yetkileri kısılacak, memleket “halka rağmen” kurtarılacaktır! “Halâskâr-ı Zabitan” yani “Kurtarıcı Subaylar” sendromu böyle başlamıştır.
Daha önce de söylediğim gibi, “Halâskâr-ı Zabitan” grubunun kendi dünyasına yayınladığı “müdahale” gerekçeleriyle 27 Mayıs (1960), yahut 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980). 28 Şubat (1997), nihayet 27 Nisan (2007) ve hatta son olarak Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun (Mayıs 2008) müdahale “gerekçe”leri, “amaç” açısından birbirinden farksızdır.
Osmanlı’nın son zamanlarından günümüze kadar yapılan yüz on civarında askerî müdahalenin neredeyse tümünün ortak noktası, memleketi “inkırazdan” ve “pençe-i izmihlâlden” kurtarmaktır.
Şu farkla ki, eskiden “Şeriat elden gidiyor” gerekçesi öne çıkarılırken, günümüzde “Laiklik elden gidiyor” gerekçesi öne çıkarılmıştır.
Eskiden beri meşru yönetimlere karşı yapılan tüm müdahaleler aşağı-yukarı bu “etkin” zeminlere oturur. Ama kurcalandığında kişisel tercihler, ideolojik saplantılar, çıkar hesapları sırıtır. Yoksa bu denli “iyi niyetli”, “ferasetli”, “hamiyetli kurtarıcı”ların milletten kaçmasına, “millete rağmen” bir şeyler yapmasına gerek kalmazdı. Gider, gerekçelerini millete anlatırlar, milletle birlikte harekete geçerlerdi.
Öyle yapmıyorlar. Ülke derlenip toparlanma sürecinde de olsa, millet yönetimden memnuniyet de duysa, gelip kurtarıveriyorlar!
Osmanlı'dan bu yana, aşağı-yukarı yüz on kez “kurtarılmış” olan bu ülkenin hâlâ kurtarılmaya muhtaç olması ise şayan-ı hayrettir. Ne memleket değil mi, kurtar kurtar kurtulmuyor!
“Kurtarıcı”lardan bir kurtarabilsek, belki memleket o zaman gerçekten kurtulur.
“Halâskâr-ı Zabitan”, yani “Kurtarıcı subaylar” 14 Mayıs 1950'de yapılan ilk demokratik seçimde iktidara gelen Demokrat Parti'nin, iktidara geldiği gün itibariyle memleketi adım adım uçuruma götürdüğüne inanıp (bu inancın pekişmesi ezanın aslına döndürülmesidir) 27 Mayıs 1960'da bir darbe yaptılar.
O darbeyi onar yıl aralıklarla başka darbeler izledi. Darbenin en sertinden en sanalına envai çeşidi denendi. “Eski çamlar bardak” olunca, bu kez “kurtarıcı”lık görevi “yargıç”lara mı “ihale” edildi dersiniz?
Ama öte yanda hâlâ “cunta”lar faaliyette…
Kimisinin adı “İrtica ile eylem plânı”, kimisinin “Kafes”, kimisinin “Balyoz”…
Bir büyük fark var ki, o fark Türkiye’nin demokratikleşmesinin umut kaynağıdır: Galiba artık “Yapanın yanında kâr” kalmayacak…
Türkiye bir yol kavşağında bugün: İlk kez “dokunulmaz”lara dokunuluyor…
İlk kez bu kadar geniş ve derin bir soruşturma açılıyor.
17 emekli generalle 4 muvazzaf amiral gözaltında…
Bunu yazarken inanın ıstırap duyuyorum. Keşke Türkiye’de böyle şeyler hiç olmasaydı. Keşke Türkiye çoktan demokratik bir zeminde normalleşmiş olarak günlük işlerle uğraşsaydı. Ne var ki, askeri-siviliyle “Halaskâr-ı Zabitan” buna izin vermiyor.
Bu noktadan sonra Karargâhın ciddi bir durum değerlendirmesi yapması ve tüm olup bitenleri kamu vicdanını tatmin edecek şekilde milletle paylaşması gerekir.
Anlaşılan şu ki, ne lâv silâhına “boru” demek, toprak altından, denizden ya da baraj göllerinden çıkarılan askeri mühimmatı hafife almak, ne ıslak imzayı “kâğıt parçası” olarak nitelemek, ne de “darbe plânı”nı “senaryo” diye geçiştirmek sorunu çözmüyor.
Kamuoyu “Peygamber Ocağı” diye yücelttiği, bu yüceltme sebebiyle ufak-tefek kusurlarını görmezden geldiği ordusu hakkında net ve tatminkâr bilgiler istiyor.
Çünkü her gün yeni sorunlar ortaya çıkıyor…
Alın Genelkurmay Başkanı’nın internete düşen konuşmasını meselâ: Nasıl izah edeceğiz?
Neden bazı askerler Sayın Bülent Arınç’ı izlemekle görevlendirilmiş? Hani o yakalanan krokiler bilgisayar tamircilerinin dükkânlarını tarif için çizilmişti?
Alın şu “parola” meselesini meselâ: Bir komutan “Âdi Başbakan” (affedersiniz) anlamına gelen bir askeri parolayı nasıl onaylayabilir?
Bütün bunlar “derin” bir şeyler olduğunu gösteriyor…
Yapılacak iş ise belli: Darbe plânlarını “sızdıran”ların değil, darbe amaçlı plân yapanların peşine düşülmesi gerekiyor… Evet, çelik disiplinle emir komuta zincirine bağlı olması gereken bir kurumdan bilgi ve belge sızması vahimdir…
Ancak ondan çok daha vahim olan, bu belgelerin oluşturulmasıdır! Bu durumda galiba “çürük elma”lardan değil, daha derin, daha ürkütücü şeylerden söz etmek gerekiyor.
Önümüzdeki karanlık tabloya rağmen, Türkiye’nin kendini temizlemeye başladığına inanmak lâzım. Malum: “Denizler durulmaz dalgalanmadan!”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yavuz Bahadıroğlu Arşivi