Vuvuzela mı, devekuşu patesi mi?..

Vuvuzela mı, devekuşu patesi mi?..

JOHANNESBURG
Aman Allahım, tam kulağımın dibinde patlıyor. Bir anda yerimden zıplıyorum, feleğim şaşıyor.
Umurunda değil, keyifleniyor. Bir daha, bir daha üflüyor kulağımın dibinde.
Ben büyük bir şaşkınlıkla dönüp bakınca, yüzüne kocaman mutlu bir gülümseme yayılıyor, yeşil renkli ‘vuvuzela’sını üflerken.
Sanki inadına yapıyor.
Kulaklarımda müthiş bir zonklama! Gözlerim yuvalarından fırlarken, başım çatlar gibi oluyor.
Sanki bir arı kovanına düştüm, hiç bitmeyen vızıltı ve vozurtularıyla...
Hoşbulduk Güney Afrika, hoşbulduk futbol!
Yıldızlar inşallah gol olup yağacak gökyüzünden. Ya da büyük bir futbol sevdalısının, Uruguaylı romancı Eduardo Galeano’nun deyişiyle:
Tüm dünya yine dönen bir topun çevresinde dönüyor!
Meşin yuvarlağa ya da ‘güzel oyun’a gönül koymuş bir kişi olarak, plastikten mamul bir metre uzunluğundaki o hınzır vuvuzelaya rağmen, siyah Afrika futbolunun simgesi sayılan ve zurnamsı seslerle insanı dağıtan, sersemleten bu korkunç çalgıya rağmen futbolu gerçekten sevdiğimi anlıyorum.
Bir Brezilya akını, bir Portekiz akını.
Bir Brezilya’nın golcüsü Luis Fabiano geliyor, bir Portekiz’in süperstarı Cristiano Ronaldo geliyor. Bir Brezilya taraftarları vuvuzelalarıyla dalgalanıyor, bir Portekizliler. Hepsinin sırtlarında milli formaları...
Meydan, şıkır şıkır bir şenlik havasıyla dalgalanıp duruyor. Futbol ateşiyle yanıp tutuşan, sanki futbola ilân-ı aşk etmiş bir kalabalık...
Nasıl tarif edeyim?
İstanbul’un İstinye Parkı’nın orta yerinde, açık havada dev bir ekranla birlikte panayır yeri kurulmuş, sadece yiyip içip maç seyretmek için...
Brezilya’yla Portekiz ama seyrettiğimiz futbol biraz kelek, gol yok, pozisyon zenginliği yok, sıkıcı.
Bir ara vuvuzela vozurdamalarından fırsat bulup kulağıma eğiliyor:
“Ronaldo’yu sevmiyorum abi, çok fazla artistik yapıyor. Messi öyle değil, üstelik en büyük o...”
“Abicim, nerde o eskinin büyük golcüleri, süperstarları?.. Bu sefer Messi’den başkasını sayamıyorum.”
“Luis Fabiano büyük golcü ama üçkağıtçı! Brezilya, Afrika’nın en dişli takımı Fildişi Sahili’ni 3-1 yenerken attığı ikinci golde, topu bir değil iki kere koluyla düzeltti. Fransız hakem de yedi bunu...”
“Yani 1986 Dünya Kupası’nda Arjantin İngiltere’yi elerken Maradona elle düzeltip atmıştı golü. Sonra da o el, Tanrı’nın eli demişti Maradona... Fabiano bir değil, iki kez yaptı aynı şeyi ama yine yedi hakem...”
Bir ara dalıyorum.
Vuvuzela acaba sonunda benim huzursuz ruhuma iyi gelebilir mi düşünüyorum.
Bilmem, belki de...
Sabah vakti, on saatlik yorucu bir uçak yolcuğundan sonra Johannesburg Havalimanı’ndaki karşılama ruhumu ne güzel yatıştırmıştı.
Şakira’nın Dünya Kupası için söylediği o fıkır fıkır ya da şıkır şıkır, oynak mı oynak şarkısının eşliğinde, sırtlarına Güney Afrika milli takımının trikolarını geçirmiş, siyahıyla beyazıyla kızlar ve erkekler büyük bir neşeyle dans ediyorlardı, aralarına yüzlerinden yorgunluk akan bazı yolcuları da alarak.
Ben bile bir ara olduğum yerde iki yana sallanmaya başlarken bavulum geldi. Bu arada gözüm tam çıkıştaki portatif kaleye takılmıştı.
Golü atarsan, küçük bir jabulani, hani bu Dünya Kupası’nın kontrolü zor olduğu için çok tartışmalı hale gelen topundan bir adet veriyorlardı.
Bavulumu, bilgisayar çantamı bir kenara bıraktım. Kale ufak, kaleci dev gibi bir siyahtı.
Jubulani’yi penaltı noktasına diktim, gerildim, kaleciye baktım. Fazla kendinden emin bir hali yoktu. Ve kaleciyi kolayca sağa yatırdım, topu sağ ayağımın içiyle solundan filelere gönderdim.
Keyiflenmiştim.
“Sende hâlâ iş var oğlum” diyerek, Temmuz’un ortasına kadar sürecek futbol ateşinin içine ilk adımımı attım.
Allah rızası için, ille de kulağımın dibinde mi üflemen gerekiyor şu mereti? Galiba öyle, o da bundan keyif alıyor.
Brezilya-Portekiz maçında hâlâ tık yani gol yok! İki takım da anlaşılan ikinci turu garantiledikleri için oyunu rölantiye almış durumdalar.
Kulağıma eğiliyor:
“Devekuşu patesi ister misiniz?”
Devekuşu patesi...
Hatıralar yine dipsiz bir kuyu.
Rahmetli Metin Toker’le, Necati Zincirkıran’la ilk Cape Town’da yemiştik. Masa Dağı’nın eteklerindeki bir büyük üzüm bağında, birbirinden güzel Güney Afrika şaraplarını tadarken, bu yediğimiz nedir diye sorunca, devekuşu patesi demişlerdi, şaşırmıştık.
Kazın, ördeğin ciğerinden pateyi biliyorduk ama bu bir ilkti. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün yıllık toplantılarından birindeydik.
Güney Afrika, Nelson Mandela’nın başkan seçileceği ve ırkçı Apartheid rejiminin sona ereceği, daha önemlisi siyahların da ilk kez doğru dürüst oy kullanacakları tarihi seçimlere gidiyordu.
1994’ün Şubat ayıydı.
Yıllar ne de çabuk geçiyor.
İyi pazarlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi