Cevap bekleyen soru

Cevap bekleyen soru

Bu halkı “yeterince adam olamamış ve güvenilmez yığınlar” olarak telakki ettiği için milli irade denildi mi tenine kaşıntılar düşen çevreler, bu hazımsızlıklarını güya yine demokrasiye yaslanırmış gibi yaparak göstermeye çalışırlar.
En sık söyledikleri de şudur:
“Tutturmuşlar bir milli irade. Demokrasi sadece milli irade midir? Başka kurumlar da var. Demokrasi ben halktan oy aldım canımın istediğini yaparım demek değildir. Demokrasi sandık demek değildir. Demokrasi halkın her istediği olur demek değildir.”
(Dikkat ederseniz, demokrasinin “ne olmadığını” çok güzel anlatırlar ama “ne olduğuna” gelince, pek sadra şifa bir şey söyleyemezler. Gerçi bunu beklemek de insafsızlık olur. çünkü demokrasi gibi neredeyse “hiç olmamasını” temenni ettikleri sevimsiz şeyin bir de “ne olduğu”yla mı ilgilensinler? Neyse ne!)
Kuvvetler ayrılığı prensibince yürütme görevini yapan siyasi iktidarlar ve yasama görevini yapan Meclis üyeleri elbette anayasal çerçevede görev yaparlar.
Yaptıklarıyla halk kitlelerini mutlu da edebilirler, mutsuz da.
Ancak belli bir sürenin sonunda halka hesap verirler.
Halk tarafından denetlenip bir anlamda “karnelerini” alırlar.
Halk yürütme ve yasama faaliyeti yapanların yaptıklarından genel anlamda hoşnut kalmamışsa, ellerinden yetkilerini almak suretiyle onları cezalandırır.
Yok memnun ise yeni bir kredi daha açmak suretiyle ödüllendirir.
Gelelim can alıcı soruya;
Kabul; siyasetçi ben canımın istediğini yaparım diyemez, derse yaptırımları var. Peki yargı ben kendi öznel yorumlarımdan hareket ederek ben canımın istediğini yaparım diyebilir mi? Derse ne olur?
Söz gelimi bir ülkede halkın seçtiği iktidarların ya da işbaşına getirdiği partilerin geleceği, yargı mensuplarının iki dudağı arasında olabilir mi?
Eğer olursa ne olur?
Sonuçta yargı mensupları dediğimiz kişiler de etten kemikten insan; hatadan münezzeh değiller.
Nasıl ki yürütme veya yasama yetkisini ellerinde tutanların her zaman doğru işler yapacağının garantisi yoksa, yargı yetkisine sahip olanların da illa da doğru işler yapacaklarının garantisi olamaz.
Nasıl ki siyasetçilik ve siyaset ahlakı aynı şey değilse, nasıl ki doktorluk ve doktorluk ahlakı aynı şey değilse, hukukçuluk ve hukuk ahlakı da aynı şey değildir.
Yürütme ve yasama faaliyetinde bulunanlar, sonuçta denetleniyorlar, halka hesap veriyorlar, oysa yargı görevini yapanların halka karşı hiçbir sorumluluğu yok.
Sorumluluk ve denetim açısından bakıldığında, yanlış da yapsalar aynı, doğru da yapsalar aynı.
Yasama ve yürütmenin iyi ya da kötü işler yaptığını bir anlamda halkın önüne gelip hesap verdiklerinde karşılaştıkları manzaralardan anlıyoruz.
Halk olumlu işler yaptığına inandıklarına daha çok teveccüh gösterdiği gibi, yanlışlar içinde bulunduğuna inandıklarını da siyaset sahnesinden siliyor gerekirse.
Peki yargı adamlarının doğru veya yanlış yaptığını nasıl anlarız?
Bence bunun da bir ölçüsü var;
Eğer bir ülkede yargı kararları kamuoyu vicdanında büyük ölçüde makes buluyorsa, halkın geneli yargının bağımsız ve tarafsız şekilde işlediğine dair vicdani bir kanaate sahipse, mesele yok demektir.
Ancak…
Eğer yargı kararları kamuoyu vicdanını tatmin etmiyorsa, kanatıyorsa, aynı türden davalarda konjonktüre veya yargılananların siyasal kimliklerine göre çelişkili kararlar söz konusu ise, kamuoyunun önemli bir kısmı yargının tarafsız ve bağımsız karar verdiğine inanmıyorsa, yargı mensupları kendilerini atayan Cumhurbaşkanlarının siyasi kanaatlerine göre tasnif ediliyor ve her dava öncesi ülkede “kaça kaç” falcılıkları başını alıp gidiyorsa, orada sorun var demektir.
üstelik bu sorunu ülkeye yaşatanların halka karşı hiçbir sorumluluğu da yok.
Mahkemelerimiz teorik olarak Türk Milleti adına yargılamada bulunuyor ama Türk Milletine karşı hiçbir sorumlulukları yok.
Peki, böyle bir durumda ne olacak? Ne olmalı?
Bir yanda istediğinde yasama ve yürütmeyi bloke edecek kadar belirleyici, tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda kamuoyu vicdanını tatminden uzak, millete karşı da sorumluluğu olmayan bir yargı var, diğer yanda ise böyle bir yargı karşısında hem eli kolu bağlı ve zayıf hem de halka karşı sorumlu olan yürütme ve yasama var.
Bizdeki kuvvetler ayrılığı prensibinin temel zaafı budur.
Evet, tablo bu.
“Hükümet şöyle yaparsa etik olmaz, böyle yaparsa etik olmaz, hükümet işinde keyfilik olmaz vs” diyenlere sormak lazım;
Bu tablo, bu manzara, bu durum “etik” mi?
Bir iktidar keyfi davranışlarda bulunursa, en azından millet hesap soruyor. Peki ya yargı keyfilik yaparsa ne olacak?
Yetkisini doğrudan halktan alan iki kuvvet sorumlu ve denetlenebilir pozisyonda. Yetkisini doğrudan halktan almayan 3. kuvvet ise dokunulmaz.
Bu alanda, diğer iki kuvveti bloke edecek suiistimaller veya ideolojik tutumlar yoğunlaştığında ne olacak?
“Etik” bir cevap bekliyorum.

münaşaka
İsrail Başbakanı Ehud Olmert, bir televizyon kanalında yayınlanan çizgi filmi, “çocuklara şiddeti özendirebilir” gerekçesiyle eleştirmiş.
1 Nisan şakası yapmış olmalı!.
sözünözü
Yargıç, kendi ideolojisini yargıya karıştırdığı anda, artık kendisinin yargıcı olmuş demektir. (Sami Selçuk)


Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi